22 Ağustos 2014 Cuma

New York, final & eve dönüş

NY tatilinin üzerinden geçen 3288 günün sonunda yazıyı bitiriyorum, gözümüz aydın :) Bu tatilden aldığım ders en kısa zamanda kendime bir fotoğraf makinası almam gerektiği yönünde oldu, bunu da not etmiş olayım..

Cuma günü, yani 7. günümüz tamamen yağmurla başladı. Zaten hava ilk gittiğimiz andan itibaren sürekli kötüleşti ve Cuma günü en ıslak günde, son günümüz sayıldığı için yapılması ve alınması gereken son şeylerin sıkışıklığı ile geçti..


Kahvaltı için Bedford Ave.'da yine metro yolumuzun üstünde o güne kadar neden girmediğimizi anlamadığımız yeri, Bagelsmith'i keşfettik. Sonra metro ile Union Square' e geçip oradan yürüyerek Madison Square' e Flatiron' u görmeye geldik. Yanından yürürken anlaşılmıyor ama tam önden bakıldığında gerçekten çok acayip bir bina.

























Bu noktada Tonguç çifti ile ayrıldık, çünkü yapılması gereken bambaşka işlerimiz vardı. Bu arada Boran ilk gördüğü andan itibaren Citibike noktasından bisiklet kiralamak istiyordu ve fakat bir türlü kredi kartı ile başaramadı, o an benim kartımla denedik ve ta taaam oldu :) Şans işte :) Biz bisikletle yolumuza devam etmeye karar verdik, iyiki de öyle yapmışız çünkü işlerimizi çabucak hallettik, bisikletle tüm 5.caddeyi ve Times Meydanını gezmiş olduk :) Yağmur altında hem de, ama öyle rahat ki, sonuçta yolu ayrı, ışığı ayrı.. Bir de daily pass alınca yarım saatte bir herhangi bir Citibike noktasına bırakıp, sonra işini halledip başka bir bisiklet alıp yoluna devam edebiliyorsun.





Boran'la işlerimizi tamamladıktan sonra nihayet LEGO mağazasına da girdik. Bu yandaki fotoda çok belli olmasa da duvardaki o her bir kutucukta lego parçaları var. İstediğin boyda bir kutu alıp içine istediğin çeşitten sığdırabildiğin kadar lego koyup kutunun boyuna göre bir fiyat ödüyorsun. Boran tabi ki bu fırsatı kaçırmadı :) Benim bile alasım geldi zaten, öyle eğlenceli görünüyordu ki. Ben Arda için birşeyler baktım, sevgilim yine özel koleksiyon bıdı bıdılarında kendini kaybetti.. Acayip bir dünya, anlamak zor..





















Sonra yine 5. Cadde üzerinde Uniqlo mağazasında Tonguçlarla tekrar buluştuk. Buraya girmek de daha önce nasip olmamıştı, bir kere gittik sayım var kapalı, sonra başka bir yerde başka bir mağazasına gittik, bu sefer de orada sayım vardı ve kapalıydı, şaka gibi.. Çok merak ediyordum, çünkü özellikle Cem çok övdü, tabi iş için sürekli Londra'ya gidip geldiğinden önce o keşfetmişti bu markayı. Kocaman bir yer, ürünler rengarenk ve genellikle casual ama ben öyle herşeyine bayılmadım. Biz kış sezonu indirimde olduğundan en meşhur parçası olan "ultra light down jacket" lardan aldık ailecek. En güzeli sanırım hiç yer kaplamaması ve gerçekten muhteşem hafif olması. Aslında yağmurluk gibi bakınca ama çok sıcak tutuyormuş, bakalım, kışın göreceğiz deneyip.

Şimdi tam burada Duygu ile yaşadığımız Apple Store anısını da tarihe not etmeliyim.. Daha önce gittiğimizde öğrendik ki eski iPhone a 200 $ veriyorlar ve bunu yeni iPhone ya da iPad alırken kullanabiliyorsun. Tabi biz turist olduğumuz için iPhone da alamıyorz, sadece iPad alırken kullanabiliriz -ki ben de zaten iPad mini alacaktım kendime ve Duygu da telefonunu vermek istiyordu. Biz de gayet gittik, bir görevliye Duygu'nun telefonu verdik, onun yerine iPad mini alacağız dedik. Ben tabi 200 $ vereceğim Duygu'ya, benim bu işten bir kârım yok :) Çocuk telefonu aldı, teknik ekibe gösterip geliyorum dedi, bir de bir uygulama varmış meğer, belli soruları cevaplıyorsun ki telefonun değerini o belirliyor senin için. Duygu'nun telefonunun ekranı değişmiş meğer daha önce, orjinal değil dendiğinde de değeri 40 $ olarak belirledi :) Ben o noktaya kadar zaten adamların enayi olduklarını düşünmüştüm, eski telefona 200 $ verdikleri için :) Ama asıl bomba orada Duygu'nun tam bir Türk olarak görevli ile girdiği diyalogdu.

G: i need to answer these question honestly
Duygu: find me an unhonest guy
G: please, don't hate me, it's my job
D: i hate you, i'll tell everyone in İstanbul,..

:)) Benim için bir şey fark etmiyor tabi, müthiş eğlendim sadece.. Bir de Valentino'yu gördük mağazada, adam televizyonda nasılsa aynen öyle, takım elbisesi, bastonu, solaryumlu teni ve yaka mendili ile podyumdan fırlamış gibiydi. Biz öyle paçoz ve yorgunduk ki, adamın yanına yaklaşamadık bizi bastonuyla döver diye :)


Sonra MOMA' ya gittik, deli bir sıra bekledik, içeriye asla çanta alınmadığından bir de vestiyer sırası bekledik, ama içerde hiçbirimiz mutlu olmadık çünkü gördük ki biz modern sanattan filan anlamıyoruz :) Bakıyorum eser diye koydukları şeylere yok yani, en ufak bir şey uyandırmıyor bende.. Tek beğendiğim şey tavandan asılan bu yeşil helikopter oldu :) Ama MOMA' nın bahçesi ve cafesi güzel görünüyordu, hava güzel olsaydı sadece orada oturmayı tercih ederdim..












Akşam yemeğini Le Parker Meridien Otel içinde bulunan minicik hamburgerci Burger Joint' de yedik. Burayı arkadaş tavsiyesi üzerine bulduk, inanılmaz lezzetliydi, biz de şiddetle tavsiye ediyoruz. Yalnız deli gibi sıra oluyor yine ve içeride oturacak yer çok az. Ayrıca çalışanlar biraz asabi, sıra size geldiğinde kararınızı vermiş olmanızı ve çabucak siparişi geçmenizi istiyorlar, yoksa kuyruğun sonuna kovabiliyorlarmış, haberiniz olsun :) Bir de mekanın ilginç bir hikayesi var, ne kadar doğru ne kadar efsane bilinmez ama, burası mevcutken Le Parker Meridien oteli yapmak istiyor ama adam vermiyor mekanını. Bu sefer "o zaman senin mekanını aynen koruyalım, otelin içinde kal" diyorlar ve adam kabul ediyor. Gerçekten çok ilginç çünkü resepsiyonun yan tarafında bir perde var oradan geçip ulaşıyorsunuz. (Bu arada Bebek'de de var aynı isimde bir yer ama alakası yok..)

Yemek sonrası McGees Pub' a gidip bira içtik. Buranın özelliği de HIMYM dizisindeki meşhur McLaren's Pub' a ilham veren yer olması. Aslında ben aynı yeri bekliyordum ama meğer dizinin senaristi McGees' e çok takılırmış. Sonra diziyi yazarken de buradan ilham alıp benzer dekorda McLaren's Pub'ı yaratmış ve orası stüdyoymuş. Bunu da McGees' deki barmaidden öğrendik :)

Buradan çıkışta Boran bizden ayrılıp sinemaya gitti. Aslında ben de gidecektim onunla ama yorgun hissediyordum kendimi, tabiki benim sevgilim tek başına da kalsa sinemadan asla vazgeçmez. Tutkularının peşinden gider :) Godzilla filmini Japonlarla birlikte izlemiş, adamlar Godzilla çıkınca alkış, tezahürat filan yapıyorlarmış.. Boran gibi sinema hastası biri için güzel bir deneyim elbette..

Tabi sonrasında başımıza gelecekleri bilseydim ben de Boran'la giderdim çünkü biz deli divane bir yağmura yakalandık. Metrodan inip eve yürüdüğümüz o 10 dk.lık yolda gerçek anlamda iliklerimize kadar ıslandık. Belki durur diye yol üstünde bir dondurmacıya girip dondurma yedik, bekledik ama daha beter oldu :) Ben de Boran için endişelendim, tek başına nasıl gelecek yağmurda diye ama o çıktığında hiçbir şey kalmamış..


Ertesi gün eşyalarımızı toplayıp evde bir tarafa yığdık, saat 3'te transfer arabamız gelecekti ve artık kalan bir kaç saati değerlendirelim dedik. Cem önceki gece ıslanmanın ve bütün hafta bel ve ayak ağrısına rağmen yürümenin etkisinden hastalandı ve kıpırdamadı. Biz Boran'la tekrar bisiklet kiraladık, hava da günlük güneşlik olunca bisikletle Williamsburg Bridge üzerinden Manhattan'a geçtik. Çok keyifliydi :) Sonra Union Square' e geçtik, orada yine son turları atıp metro ile geri döndük. Bedford Avenue üzerindeki butiklerden, dükkanlardan son hediyelik alışverişlerimizi yaptık. Sonra orada Fornino diye bir pizzacı keşfettik. Çok tatlı bir arka bahçesi vardı. Yine yolu düşene tavsiye edilir :)



Vee son foto, yola çıkmaya hazırız, bitik bir şekilde arabamızı bekliyoruz.. Bunca bavulu hangi araba alabilir diye bakınıyoruz :)












Dönüş yolunda yaklaşık 3 saat rötardan sonra İstanbul'a indiğimizde artık Arda'yı düşündüğüm anda gözlerimin dolup taşması seviyesindeydim. Elbette orada her gün annemi arayıp haber aldım ama Arda ile iletişim kuramadığımız için durumumuz çok daha vahimdi. Zaten her gördüğümüz çocuğu Arda diye sevip, habire videolarını izliyorduk.. Böyle bir özlem olamaz..
Uçaktan inip telefonu açtığımda annem 3, babam 7 kere aramıştı. Meğer Arda son gün hastalanmış, kusmuş, zaten doğru düzgün bir şey yememiş ama annem ben üzülmeyeyim diye bir şey söylememiş. Ben bunu duyduktan sonra o yol bitmedi. Artık bizi deli divane özlediğini ve bu kadar süre yok olmamızdan kötü etkilendiğini düşündüm hep, vicdan azabı çektim.
Annemlere vardığımızda Arda annemin kucağındaydı, asla yüzümüze bakmadı, bize gelmedi. Zaten ben artık bitiktim, sürekli ağlama halindeydim. Yaklaşık yarım saat trip attı bize. Sonra yavaş yavaş, oynaya oynaya yaklaştı ve mutlu son.. Yarım saat sonra hiçbirşey olmamış gibiydi :) Aşırı bağlılık veya aşırı uzaklaşma olmadı. Eve geldikten sonra yeme-içme-uyku düzenini tekrar bulmak tabiki zaman aldı. Ama ben en çok bir sonraki gün sabah işe giderken sorun çıkacağını, annemi istemeyeceğini ve arkamdan ağlayacağını düşünüyordum. Annem de bundan korkuyordu ama her şey normaldi, annemin kucağından bana el sallayarak işe uğurladı benim canım oğlum..

Bu seyahatte Arda ile ilgili şunu daha net anladım, duygusal bir çocuk evet ama asla zor bir çocuk değil. Her çocuk gibi düzeni, rutini bozulunca sinirleniyor, tekrar bırakırım elbette annemle ama bu sefer kendi evinde, kendi ortamında kalır, annemin evinde bırakacağımı sanmıyorum. Zaten 2 yaşından sonra bırakmak daha zor oluyormuş..

Bu arada haftaya Arda'yı özleyenler için yeni bir post hazırlayacağım, söz :) Mutlu hafta sonları!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder