21 Kasım 2014 Cuma

Brussels, Belgium

Belçika'da 2. durağımız tabi ki Brüksel oldu. Yalnız sanırım araba ile gittiğimiz için ilk olarak şehrin merkezini bulamadık ve bir süre dolandık. Antwerp' den sonra Brüksel bize baya bir büyük geldi. Sonra uzaktan bir tepede katedral gibi bir yapı gördük ve yönümüzü oraya çevirip "kesin burası meşhur bir yerdir, ordan başlayarak diğer yerleri de buluruz" dedik :) Gerçekten de yanına varınca öğrendik ki burası Basilique Nationale du Sacré-Cœur' (Basilica of the Sacred Heart) miş. Buradan da anlaşılacağı üzere Antwerp' de Flemenkçe olan dil, Brüksel'e gelince bir anda Fransızca oluyor. Basilica' nın önünde çok büyük bir park alanı var, burası da Elisabeth Park. Ayrıca bu alan şehrin bir tepesi, yani Basilica'yı arkanıza alıp parka doğru şöyle bir bakınca güzel bir şehir manzarası da sizi bekliyor.




































Buradan Grand Place' e yani şehir meydanına geçtik. Bu sırada Avrupa Birliği Komisyonu binasının önünden geçtik ve hatırladık ki Avrupa Birliği' nin resmi başkentindeyiz aslında :) Bu binanın olduğu alan da farklı bir meydan gibi, arabadan fotoğrafını çekemedim ama şöyle anlatabilirim, eski şehir meydanına karşı adeta bir Wall Street havası, yüksek ve modern mimari binaları, gri tonlar, sanki biraz plaza hayatı :)

Arabayı park edip meydanı bulmak üzere yürüyüşe çıktığımızda harika bir çizgi roman dükkanı keşfediyoruz ve öğreniyoruz ki bu dükkanlardan burada çok var çünkü Belçika, çizgi romanlar ve filmler konusunda önemli bir merkezmiş. Mesela ben bu gezide öğrendim, çizgi roman kahramanı Tenten Belçika nüfusuna bizzat kayıtlıymış. Zaten yaratıcısı Hergé' de Belçikalıymış.. Bizim bulduğumuz graphic novel store' un adı Brüsel' di. Herkesin ilgisini çekebilecek bu harika mağazadan Boran'ı çıkarmak tahmin edersiniz ki zor oldu. Ancak yayınlar Fransızca ve biraz da pahalı olunca garibimin hevesi kursağında kaldı.

Meydanda Brussels Town Hall, Museum of the City ve Guildhalls (lonca binaları) var. (Aynı tarz binalar Antwerp' de Grote Markt' da da vardı. Bunlar çeşitli meslek gruplarına ait loncalar tarafından yapılan ve UNESCO kültür mirasına ait binalarmış.) Biz meydana vardığımızda hava kararmış olduğu için gece ışıkları ile meydanı görebildik ama bu da gerçekten görülmeye değer bir manzaraydı.

Şehir meydanına yakın olduğunu bildiğimiz Brüksel'in simgelerinden Manneken Pis'i (işeyen çocuk heykeli) aramaya koyulduk sonra. Aslında anlamsız ve saçmasapan bir heykel olduğunu duymuştuk ama insan görmedim demeyeyim diyor işte :) Gerçekten çok anlamsız, meydandan aşağı doğru yürürken sokakların birinin bir köşesinde birikmiş kalabalığı görünce heykeli bulduğunuzu anlıyorsunuz, zaten normalde görmeniz çok zor çünkü topu topu 61 cm lik bir heykelcik :) Efsaneye göre heykelinin dikilme sebebi zamanında bir savaşta Brüksel'i havaya uçuracak bombaların fitilinin ateşini işeyerek söndürmüş olması :)) Eloğlu nelerin heykelini yapıp nasıl pazarlıyor görüyorsunuz işte..




Heykelin bulunduğu civarda, yani meydanın etrafında desek daha doğru olur, bir çok çikolata, waffle ve patates kızartması dükkanı mevcut. Burada dolaşırken karnınızın acıkmaması, harika kokuların sizi cezbetmemesi imkansız. Biz de elbette çikolata alışverişi yapıp waffle dan da denedik. Bizdeki waffle dan farklı bir tat.. Zaten çok sevdiğim bir tatlı olduğu için, ben her türlüsü bayılarak yerim :) Çikolata içinse makbul olan hazır ürünler yerine günlük el yapımı olanlardan almakmış, aklınızda olsun..

Brüksel' de bir diğer ünlü şey de elbette bira. Ne güzel bir hayat değil mi, waffle, çikolata, bira, patates, çizgi roman derken laylaylom.. :))Bira konusunda adamlar ayrı bir boyuttalar, bunu fark etmemek imkansız. Zaten toplamda kaç çeşit biraya sahipler bilmiyorum ama her birayı kendine özel bardağıyla servis ediyorlar. Biraları tatmak için en çok tavsiye edilen bar da Delirium adlı mekan. Ancak biz Grand Place üzerinde bir yerde otrmak istediğimiz için Tongerlo' yu tercih ettik. Meydanda bulunan açık havadaki masalardan birinde oturup etrafı seyretmek çok keyifliydi. Şansımıza bizimle ilgilenen garson Türkçe bilen biri de çıkınca onun tavsiyesiyle patatesle birlikte Boran şeftalili bira ben de white beer denedim, ikimiz de gayet beğendik lezzetleri.
 
Elbette daha gezecek bir çok yer vardı. Yanına gidemesek de uzaktan tepesini gördüğümüz Atomium gibi mesela. Çok bir numarası yok gibi görünse de 1958 yılında inşa edildiğini düşününce zamanının ötesinde bir yapı olduğunu anlıyorsunuz aslında. Bu kulenin yanında da Mini Europe isimli Avrupa'daki önemli yapıların minyatür eserlerinin bulunduğu bir yer varmış. Bizim Miniatürk gibi yani.. Tüm bunların yanında Royal Palace, Cathedral of St. Michael and St. Gudula ve Parc du Cinquantenaire de mutlaka gezilmesi, görülmesi gereken yerler. Bizim de tekrar gidebilmek için bahanelerimiz olabilir :)

19 Kasım 2014 Çarşamba

Antwerp, Belgium

Daha önce Amsterdam'a gittiğimde Fatoş'la birlikte trenle 1 günlük Paris seyahati de yapmıştık. Elbette Paris öyle 1 günde gezilecek bir yer değil ama en azından belli başlı yerlerini şöyle bir görme şansımız olmuştu. O dönem üniversite yıllarında "InterRail" yapmadığım için pişman olmuştum çünkü bence trenle Avrupa şehirlerini dolaşmak inanılmaz bir deneyim olmalı..

Bu sefer de gitmeden önce Amsterdam'a arabayla yaklaşık 2,5 saat mesafede olan Belçika'yı görelim istedik. Günübirlik gittiğimiz için (malum Kuzey bebek daha çok küçük, anneden gece ayrı kalamazdı) 2 şehrini gezebildik ama şimdilik yetti. Eğer bir gece kalabilseydik masal şehri olarak bahsedilen Bruges (Brugge)' ü de görebilirdik, artık başka zamana kısmetse :)






İlk olarak Antwerp (Antwerpen)' e vardık. Burası bir liman şehri. Ayrıca dünya pırlanta endüstrisinin %18 payı da buraya aitmiş. Dolayısıyla zengin bir şehir, zaten her şekilde de kendini gösteriyor. Burada nüfusun büyük bölümünü Yahudiler oluşturuyormuş, malum zenginlik nerede, onlar orada ya da tam tersi :) Bir çok Avrupa şehri gibi burada da Old Town ve New Town ayrımı mevcut, biz tabi ki yarım günlük zamanda sadece Old Town'da belli başlı tarihi ve turistik alanları görebildik. Bunların başında da Grote Markt geliyor. Burası zaten City Hall, Sint-Joris Guildhalls ve Brabo Fountain' ın bulunduğu ana meydan. Bir çok cafe ve restaurant burada ancak fiyatlar biraz turistik :) Ayrıca buradan şehri ring yaparak dolaşan bir de sightseeing tramwayı var ve şöför aynı zamanda rehberlik ederek gezilen yerleri anlatıyor. Kişi başı 10 Eur idi ve biz kısa zamanda her yeri görelim diyerek bindik ama şehrin en önemli noktası olan Central Station'da uzaktan görmek yetmez diyerek indik :) Yani biraz saçma bir durum oldu bizim için ama aslında bu tramwaya verdiğiniz 10 eur daily pass, yani vaktimiz olsaydı orada 1 saat geçirip bir sonraki turda yine binebilirdik, ki akıllı Japon turist teyzeler böyle yapıyorlardı, aklınızda olsun :)
Tramwayla ünlü MAS (Museum aan de Stroom) Müzesi' ni gördük, Pazartesi günleri kapalıymış zaten istesek de içini gezemezdik ama yapı olarak çok büyük ve çok ilginçti. Scheldt Nehri'nin kenarından geçtik ve muhteşem Stadspark'ı gördük, yine vakit bol olsaydı nehir kenarında yürüyüş yapmak ve parkta vakit geçirmek çok keyifli olurdu. Daha sonra Railway Bridge'i gördük, tramwaydan çok iyi fotoğraflayamadım ama gerçekten inanılmaz güzel bir yapı. Railway Bridge zaten Central Station'dan trenlerin çıkış noktası, dolayısıyla sonra da 2009'da Newsweek tarafından en güzel 4., bu yıl da İngiliz Mashable tarafından 1. seçilen bu yapıyı görmek için indik dediğim gibi.

Bahsedilen kadar var, gerçekten içerisi tarih kokuyor.. Adeta bir opera binası, bir katedral vs. güzelliğinde.. İnsan yine düşünmeden edemiyor muhteşem Haydarpaşa Garı'mızı yakıp yıkanların acaba yatacak yeri var mıdır diye.. Neyse..





Central Station' ın girişinin bulunduğu geniş cadde çok güzeldi ve bir çok restaurant / cafe vardı. Ayrıca Pazartesi olmasına rağmen gerçekten bayağı kalabalık ve hareketli bir noktaydı. Biz de burada yemek yedikten sonra şehrin ara sokaklarından yürüyerek arabamızı park ettiğimiz yeri bulmaya çalıştık :) Gezilecek, görülecek bir sürü yeri vardı açıkçası ama bunlar hep zamansızlık :)

18 Kasım 2014 Salı

Amsterdam notları..

Ben genel olarak Avrupa'ya bayılıyorum.. Tabi öyle heryerini gezip görmüş değilim (en azından şimdilik!) ama özellikle NY seyahati sonrası şunu daha iyi anladım ki ben daha çok Avrupa insanıyım..
Amsterdam ise benim için ayrı bir yerde.. Her şeyden önce Hollanda'da çok yakınım var, bilirsiniz işte, zamanında işçi olarak giden gurbetçi kitleden kalanlar. Dolayısıyla hiç yabancılık hissetmiyorum. Bunun yanı sıra deli divane bir özgürlükler ülkesi, zaten biliyorsunuz uyuşturucu dahil bir çok şey serbest ama gece güvenle sokakta gezebiliyorsunuz, çünkü herkesin kafası 1 milyon olmasına rağmen taşkınlık yok. Hollanda güçlü, sözü geçen bir ülke değil belki Avrupa'da, ama insanlar mutlu, çünkü sosyal adalet var, eşitlik var. Yani en azından benim gördüğüm bir çok noktada bu böyle.. Zaten Unicef tarafından yapılan bir araştırmaya göre en mutlu çocukların Hollanda'da yaşadığı tespit edilmiş. İncelemek isterseniz sebepleriyle birlikte sonuçlar burada.. Ülkenin en zenginleri çiftlik sahipleri, yani köylüler.. Zaten deniz seviyesinin altında bulunan Hollanda çiftçilik ve tarım ülkesi, dolayısıyla her yer yemyeşil, muhteşem güzellikte, daha ne olsun!

Bu Amsterdam seyahatini biz çok önceden planlamıştık aslında, çünkü Ağustos ayında Fatoş, Kuzey bebeği doğuracaktı, ayrıca Ekim'de Ebru evleniyordu. Bahanemiz olsun düğüne gidelim, hem de Kuzey'le tanışırız dedik ilk olarak. Sonra 29 Ekim tatilini değerlendirip düğünden 1 hafta sonra gidelim dedik ve biletlerimizi aldık. Bu arada Amerika'ya gidip geldik, Fatoş hamile olarak İstanbul'a geldi gitti, sonra aceleci Kuzey beklenenden 2 ay erken dünyaya gözlerini açtı derken bir sürü şey oldu ama bizim Amsterdam seyahati bir türlü gelmiyordu. Sabırsız bir şekilde bekliyordum bu tatil için, ne kadar önceden plan yaparsanız, beklemek o kadar zor geliyor :)

24 Ekim Cuma akşamı vardık Amsterdam'a. Fatoş bizi Kuzey'le birlikte almaya gelmişti hava alanına. O an tanıştık bu yakışıklıyla ve aşık olduk güzelliğine.. Tabi biz 4 aylık diye bekliyoruz, ama aslında 2 aylık bir bebekti Kuzey ve mini minicikti.. Öyle tatlı ki.. Ama itiraf etmeliyim böyle yeni bebeklerle vakit geçirmek çok tehlikeli, insan özlüyor o minik halleri ve tekrar çocuk yapası geliyor, yalan yok :)

Cumartesi soluğu Zaanse-Schans' da aldık. Ben daha önce yalnız gittiğimde gezmiştim bu bölgeyi ve bayılmıştım. Bu sefer amaç Boran'ı gezdirmekti. Boran ilk olarak "benim ilgimi çekmiyor ki, ne gerek var" dese de, görünce çok sevdi. Zaten burası Hollanda'nın en turistik yeri sanırım, meşhur yel değirmenleri ve yemyeşil alanıyla harika bir bölge. Şansımıza hava da Hollanda standartlarına göre çok iyiydi. Ayrıca burada o isim yapmış Hollanda peynirlerinin (Gouda) nasıl yapıldığını gösteren bir müze ve almak isterseniz her çeşit peyniri, bal ve hardal sosları gibi Hollanda'ya özgü ürünleri bulabileceğiz bir mağaza var. Tam o alanda bir de çikolata fabrikası var ve ortam buram buram çikolata kokuyor. Tek kelimeyle şahane..




























Akşam üzeri Deventer tarafına gittik. Burada annemin teyzesi ve kuzenleri yaşıyor. Deventer'de ev ziyareti dışında hiç gezinmedim ama bildiğim kadarıyla Türklerin çoğunlukla bulunduğu, daha çok kasaba tarzında küçük bir alan. Amsterdam'dan arabayla 1 saat mesafede. Bizi inanılmaz güzel ağırladılar, hatta öyle ki bir ara Boran yemekten patlama noktasına geldi :) Çok tatlı, çok başka insanlar, anlatamadığım bir enerji vardı orada.. Sanki biraz büyük İtalyan aileleri gibi, gürültülü, sıcacık, herkes bir arada, inanılmaz bir samimiyet ve sevecenlik :)

Amsterdam'a döndükten sonra bu yediklerimizi artık eritmeliyiz diyerek merkeze indik. Ne de olsa bir Cumartesi akşamımız var, evde oturmak olmazdı :) Blinq isimli bir kulübe götürdü Fatoş bizi. Aslında gündüz restaurant, gece kulübe dönüyormuş. Güzel müzik eşliğinde özgürce dans eden insanlar vardı, bizdeki gibi kendini kasmak yok, ne de olsa herkesin kafası güzel :) Ama yalan yok, ben etrafı gözlemlemekten öyle kendimi salarak dans edemedim :) Zaten doğru düzgün içki bile içmemişim, nasıl edeyim? Dikkatimi en çok çeken şey şu, kızlar dans ederken erkekler gayet kibar ama özgüvenli bir şekilde yaklaşıyor, kimse kimseyi taciz etmiyor, kızlar reddecekse bile mutlaka gülümseyerek konuşuyor, herkes öyle rahat ki..

Burak ve Boran bizden ayrılıp "erkek erkeğe" takılmaya gittiler :) Ne de olsa Özgürlükler Ülkesi'ndeyiz, herkes özgür :) Kulüp çıkışında sarhoş olmamamıza rağmen, bir sarhoş geleneği olan tantuni ya da kokoreç yemeyi Amsterdam'da "patat" yani bildiğiniz kızarmış patates yiyerek gerçekleştirdik. Sokakta elimizde patatlarımızla insanları izleyip dedikodu yaptık Fatoş'la. Birbirimizi ve böyle sohbet etmeyi çok özlemişiz, orası kesin..















Pazar günü Amsterdam'ın merkezine indik yine. Meşhur Amsterdam kanallarının üzerinden geçip güzel sokaklarını dolaşarak Bloemenmarkt (Çiçek Pazarı) nı ve Dam Meydanı' nı gezdik. Elbette lale soğanı aldık :) Burger Bar isimli bir yerde harika bir burger yedik, yolunuz düşerse uğrayın derim. Daha sonra Burak iş için bizden ayrıldı. Boran da daha gitmeden görmeyi planladığı Nathan Sawaya adlı bir sanatçının Lego ile yaptığı eserlerinin sergisi The Art of the Brick için Amsterdam Expo'nun yolunu tuttu. Biz Fatoş ve Kuzey'le Amsterdam'ın belki de tek department store u de Bijenkorf'un cafesinde kahvemizi içtik, biraz gezindik.







































Pazar akşamı için Amersfoort'da yaşayan başka bir kuzenim Funda'ya sözümüz vardı. Centraal Station'da Boran'la buluşup trenle yarım saat mesafedeki Amersfort'a ulaştık. Daha önce gittiğimde Funda ile İbo yeni evlilerdi, başka bir evde kalıyorlardı. Benden sonra Mert'e hamile kalmıştı Funda, evlerini taşıdılar, son olarak da geçen sene 2. kez anne oldu ve dünya tatlısı Naz'la tanıştık. Zaman nasıl da geçiyor, nasıl değişiyor herşey..

Amersfort Amsterdam'a göre daha küçük bir şehir, hele de yeni evlerinin bulunduğu yer bayağı bir sessiz. Funda da İbo da kalabalık yerlerde büyüdükleri için şehri özlüyorlarmış aslında ama çocuklar için burayı tercih etmişler. Boran'la benim durumumdan pek farkı yok yani :) Mert İbo'nun, Naz da Funda'nın kopyası, ama tamamen, yani ikiz gibi, biraz ürkütücü derecede bir benzerlik ama muhteşem tabi, hele de Funda'nın bebeklik fotoğraflarına bakarken Mert'in annesini kardeşi sanması süperdi :) Funda bize yemek yapmıştı, Mert bizim Türkçe sorularımıza Flemenkçe cevaplar verdi ama bir şekilde anlaştık, çok cana yakın bir çocuk zaten, çok tatlıydı, Boran'la aramızda otururken uyuyakaldı :) Harika ağırladılar bizi sağolsunlar, o sırada Arda'yı da getirebilirdik dedim kendi kendime, birlikte oynarlardı, zaten akraba, eş dost gezmesi yapıyoruz, bize bir engeli olmazdı yani.. Ama sonra ertesi güne planladığımız Belçika'yı düşündüm ve o zaman kime bırakacaktık diye sorguladım kendimi..


Belçika ayrı bir yazı konusu elbette.. :)

7 Kasım 2014 Cuma

Arda'nın günlüğüne devam..

Öyle böyle derken hiç bir şey anlamadan yaz geçti gitti.. Kurban Bayramı'na planladığımız Akyaka seyahatine de "havalar soğudu yeaa, 4 gün için o yola değmez" diyerek üşenip gitmedik ve böylece gerçek anlamda yazdan bir şey anlamamış olduk..

Bu sırada Arda biraz daha büyüdü, 2.yaşını kutladık. Şu an zaman zaman küçük çapta yaşadığımız "terrible 2" krizleri dışında çok büyük değişimlerimiz yok açıkçası. Ama buna rağmen yaptığı küçük hareketlerle bizi her gün biraz daha şaşırtmayı ve güldürmeyi başarabiliyor bıdığımız.

Yemek rutinimiz devam ediyor, kahvaltı hala muhallebi kıvamı, gün içerisinde bazen 1 veya 2 kez belirli yemekler (türlü, pilav, makarna, köfte), gece yatmadan meyveli muhallebi.. Alerji nedeniyle inek sütü proteini içeren her türlü gıdadan uzak durmaya devam, ama artık keçi peynirinin yanında keçi sütünden evde mayaladığım yoğurdu da daha sık vermeye başladık. Artık 2 yaşını bitirdiği için evdeki stok bitince Pregomin alamayacağız ne yazık ki ve doktorumuz Nurgül Hanım keçi sütünden önce pirinç sütüne geçmemizi tavsiye etti. Pirinç sütünü nereden bulacağım bilmiyorum ama 2-3 ay bununla idare edip sonra keçi sütüne geçecekmişiz, hayırlısı..


Son yazımda tatillerden, aksayan rutinlerden ve biberonu da bırakmanın etkisiyle bozulan uyku düzeninden bahsetmiştim. Kısa bir sürede bu düzeni az da olsa toparladık ama eskisine göre tabiki çok çok gerideyiz. Bazen bundan dert yanıyorum aslında Arda ile ilgili genel olarak.. Zaman geçtikçe ilerlememiz gerekirken tam tersine geri gidiyormuşuz hissi var hep bende :)
 
Bu ara bir gecemiz diğerini tutmuyor. Artık kendi yatağında yatırma çabamdan tamamen vazgeçmiş durumdayım, asla "5 yaşına kadar bunda yatabilecek" diye aldığımız o yatakta yatmıyor canım oğlum. Aslında 2 yaş sendromlarından biri de korku kavramını öğrenmesiyle her şeyden korkar olmalarıymış. Sanırım Arda da yalnız uyumaktan, karanlıktan, tuhaf seslerden ve bazen insanlardan hatta kendisinden daha girişken (cazgır:)) yaşıtlarından korkuyor. Uyku durumunun da bu korkuyla ilgisi olduğunu düşünüyorum artık. Öğlen tek ve genelde uzun bir uyku uyursa akşam yatma saati gecikiyor. Genelde en geç 9.30'da odasındaki tek kişilik sedir yatağa gidiyoruz birlikte, ben ona bir kitap okuyorum, sonra yan yana yatıyoruz, bazen kitabı bir kez daha okutuyor veya elimden alıp kendisi okur gibi yapıyor, sonra bir iki dönüp yavaştan uyku moduna geçiyoruz. Sonra gece uyanınca o yataktan inip kendi kendine sessizce yanımıza geliyor ve tam aramızda yatıyor :)
Bu şanslıysak olan senaryo. Bu sıralar, artık köpek dişleri mi çıkıyor ne oluyor bilmiyorum ama geceleri biraz huysuz. Hatta 2 gün önce baya ateşlendi de.. Böyle bazı gecelerde direkt bizim yatakta uyumak istiyor, kendi odasına hiç girmiyor, bazen salonda koltukta bile yatmak istediği oluyor ve doğal olarak uykuya geçişi çok uzuyor, saat 11.00'i bile bulduğu oluyor. Bazen de gündüz annem ayatkta sallayarak uyuttuğu için akşam da benden aynı rutini istiyor. Hatta yastığını alıp ayağıma koyarak "nennniiii" diye şarkı söylüyor kendine :) Asıl hikaye ise gece uyandığında başlıyor, uzun bir süre ağlıyor çünkü, ne istediğini bilmiyor sanki, yataktan kalkıyoruz, evde dolanıyoruz, en sonunda "su" diyor ve içince rahatlayıp bana sımsıkı sarılarak uykuya dalıyor.

Sanırım o küçük yatağı kaldıracağım odasından ve çok erken olmasına rağmen o tek kişilik yatakta yatmaya alıştıracağım tamamen. Boşuna yer kaplıyor çünkü odada ve ben de zaten eskisi kadar takılmıyorum bu uyku konusuna..

Bir diğer güncel mevzu da Arda'nın berber fobisi.. En son geçen hafta Boran Arda'yı sitenin berberine götürdü, son seferlerde hep Palladium'daki çocuk kuaförüne gitmiştik ama orda da tüm çabalara rağmen ortalığı birbirine katıp diğer çocukları da korkuttuğu için bu sefer siteyi denemek istedik. Hem ayağı alışsın yakına diyerek.. Ama öyle bir kıyamet koparmış ki zaten berber dokunmak istememiş. Sonra çaresiz ben kendim kestim saçlarını ve tabiki çok beceriksiz bir kesim oldu ama yapacak bir şey yok :)

Bütün bunların dışında artık en büyük heyecanımız yavaştan konuşmayı sökmeye başlaması. Sonunda 2 kelimeye geçti, ama fiiller çok kısıtlı,
"baba iş" (baba işe gitti)
"annie geldi"
"anne gitti"
"pepe bitti"
"mama bitti"

Hepsi bu kadar sanırım :) Ama bunların dışında tek kelimeyle tüm derdini anlatıyor aslında, kullandığı kelimelerden aklıma gelenler:
annie, baba, aninni (ananne),
burta (yumurta),
su, mama,
mai (mavi, tüm renklere mavi diyor)
Pepe,
çooba (çorba), piyav, makaa (makarna), yoot (yoğurt)
aaba (araba),
api (abi ve iPad için ortak kelime)
kamiyo (kamyon),
açu (aç) / kapa,
kokma (korktum demek istiyor, ben korkma dediğim için o şekilde öğrenmiş oldu),
kıındı (kırıldı, evde habire bir şey kırdığı için),
ısık (ışık),
kuli (lego, legolardan sürekli kule yaptığımız için, adları kule olarak kaldı),
kipi (kitap, uyumadan önce okuduğumuz Mor Kirpi hikayesinden dolayı kitapların hepsi kirpi)

ve başka aklıma gelmeyen niceleri :) Bir de artık ritim duygusu, ezber yeteneği tamamen mevcut. iPad'den İngilizce kelime oyunları oynuyor, dinlediği şarkılar kulağına yer ediyor ve aynı şekilde söylemeye çalışıyor, vs..

Bu arada 4 haftadır Gymboree Çekmeköy'de "play&learn 5" grubuna devam ediyoruz. Program toplam 12 hafta sürüyor, haftada 1 gün ve sadece 1 saat. Arda biraz sosyalleşsin, arkadaş edinsin, bazı şeyler öğrensin ve bir yandan da eğlensin diye böyle bir seçim yaptık. Bu bitince de sanırım müzik odaklı bir etkinliğe devam edeceğiz. Normalde her gün iki kez annem Arda'yı parka götürüyor ama biraz da havalar soğudukça eve kapanacak diye böyle bir etkinlik istedim.







Bitirirken sizleri dün geceki halimizle baş başa bırakıyorum. Uyurken ne kadar da güzel değil mi? :)