27 Ağustos 2014 Çarşamba

Arda'yı özleyenlere..

Arda kuzum neredeyse 22. ayını da bitirecek.. 2 yaşa doğru hızla ilerlediğimiz şu sıralarda sevgili oğlumun halinde ve tavrında elbette değişimler, yenilikler mevcut..



Sabah kahvaltısı hala bulamaç şeklinde ve sanırım bir süre daha böyle devam edecek, çünkü zaten normalde az yediği için, en azından kahvaltıda aldığına inandığım besinlerden vaz geçmek istemiyorum. Gün içerisinde çok az yemek yiyor. Artık karışık sebze yemeğinden sıkıldı ama kendimize pişirdiğimiz yemeklerden de asla yemiyor. Makarna & pilav hala favori, ki bazen onları bile yemek istemiyor. Akşam yatırmadan önce muhallebi yediriyorum. İçerisine de mevsim meyvelerinden -bu ara şeftali- koyuyorum, zaten normalde tek başına meyve de yemiyor :) Yani ne değişirse değişsin, yemek konusu hiç değişmiyor..

Tatilden sonra uyku düzenimiz tamamen kayboldu.. Şu sıralar beni en çok üzen, yoran şey bu.. Tatilden önce Arda'yı akşam banyosunu yaptırdıktan sonra
en geç 9.30 gibi yatağına koyardım, biberona formaliteden birazcık mama yapardım, çünkü asla onu içmez, bir iki yudumlar, daha çok uykuya dalma nesnesi olarak kullanırdı. Sonra müziğini açar, biberonunu verir ve iyi geceler derdim, o da bize el sallar kendi kendine uykuya dalardı..  Allahım ne güzel günlermiş :(

Peki ya şimdi.. Ne oldu bilmiyorum ama zaten otelde park yatakta yanımızda yatmasıyla her şey başladı sanırım. Öncelikle akşam yemek saatimiz geciktiği ve sonrasında da biraz dışarıda vakit geçirdiği için uyku saati sarktı. Yani aslında rutini bozuldu doğal olarak. Odaya geldiğimizde biberon istemedi ve yanımızda yatıp 10-15 dk içinde uykuya daldı çoğunlukla.. Sonrasında yatağına koyuyordum. Daha sonra Erdek'e geldik ve orada da daha geç uyumaya, biberon almamaya ve uykuya dalarken illa ki benimle veya babasıyla yatmaya başladı. Hatta çabucak uykuya dalsın diye ayağımızda da salladık ama ben nedense evine gelince düzenine geri dönecek diye düşünmüştüm hep..
Boran işe dönmek zorunda olduğu için, ve benim de 1 hafta fazladan iznim olunca Erdek' de 5 gün Arda ile kaldım. Bu sürede zaten hep benimle yattı.

Bu da sanırım son nokta oldu ve evimize döndüğümüzde Arda asla yatağında yatmaz, kendi kendine uyumaz oldu. Biberonu bırakınca zaten otomatikman uyku nesnesi de kayboldu ve şimdi akşam uykuya inanılmaz direnç gösteriyor. Odasında asla uyumuyor, çoğunlukla salonda ışıkları kapatıp ayağımda sallıyorum çünkü bizim odaya da girmiyor. En azından yan yana yatalım, kitap filan okuyayım istiyorum ama şimdiki durum bu ve inanılmaz rahatsızım bundan.. Üstüne gidince inat ediyor, çünkü malum 2 yaş bunalımlarımız başlamış durumda.. Uykuya dalınca yatağına koyuyorum ama gece veya sabaha karşı uyandığında yine yanımıza alıyoruz. Bazı geceler uyanınca da deli divane bir ağlama krizine giriyor, ne yapsak ikna olmuyor, böyle anlarda inanılmaz sinirli ve gergin oluyorum ben de ve  "2. çocuk mu, aslaaaa" diyorum :) En kısa zamanda düzelir umarım..



Bu arada yaz başında havuzdan mikrop kaptı  ve 2 gün ateşlendi, ben o dönem köpek dişlerinin çıktığını sandım, çünkü diş etleri de kırmızı ve şişti ama meğer o virüsle ve ateşle ilgiliymiş. Köpek dişlerimiz hala yok ama azılar tamamen çıktı artık.. Tabi güneşin inanılmaz etkisi var bunda..






Uyku ve yemek dışında tatillerimiz güzel geçti. Boran'ın izni olmadığı için bayramı değerlendirdik ve geniş ailemizle (Gülten Anne, Çetin Baba, Ayşegül, İldeniz ve Arda'nın güzel kuzenleri İlay ve Derinsu) Hilton Dalaman Sarıgerme' ye gittik. Otel gerçekten muhteşem, tesis zaten Bebek ve Çocuk Dostu olarak geçiyor ve bunu fazlasıyla hak ediyor. Havuzlar harika ama maalesef ben çok havuz insanı değilim, bana güzel deniz lazım. Bu anlamda biraz zayıftı bana göre, evet upuzun harika bir sahili var, zaten kum alanı koruma altında, dolaşmak, kazmak yasak çünkü carettaların yumurtlama bölgesiymiş. Deniz elbette çok temiz ama dalgalı ve dibi de ince kum olduğu için su bulanık. Ben zaten dalgalı deniz sevmem, bir de üzerine bulanık olunca hiç keyifli gelmedi bana. Ancak sabah saatleri nispeten daha berrak ve sakin oluyordu, öğleden sonra rüzgar çıktığı için dalgalar artıyordu.




sabah denizi
Erdek' te de bu sene deniz genellikle kötüydü. Dolayısıyla güzel deniz için umudum Kurban Bayramı'na planladığımız Akyaka tatilinde :)
 
Arda bu tatiller sürecinde doğru düzgün kimseye yaklaşmadı. Onun tek olayı bendim. Sürekli benimle olmak istedi, uyuduğu süreler dışında rahat ettiğimi hatırlamıyorum. Hatta bir ara "lütfen artık İstanbul'a döneyim ve işime gidip dinleneyim" demeye başladım :) Sanırım birlikte uzun süre vakit geçirmek dengemizi bozdu. Ancak son günlerimizde artık Gülten Anne'ye ve özellikle İlay'la Derinsu'ya tamamen alışmıştı. Hatta sahilde top oynayan kendisinden büyük çocukların yanına gidip onlara katılmaya çalıştı :)

Denizi, havuzu, suyun her çeşidini hala çok seviyor. Yüzmeye çalışmasını seyretmek gerçekten çok keyifli. Bıraksam sıkılmadan bütün gün suyla oynayabilecekmiş gibi bir potansiyele sahip..

Bu dönemde kilosunda fazla bir oynama olmadı, ben hiç yemek yemediğini düşündüğüm için zayıflar sandım ama kendi dengesini koruyor. Ancak güneş, su derken boyu uzadı. Bunu da artık kucağıma aldığımda neredeyse dizime gelen ayaklarından anlıyorum :)




Şimdilerde insanlara daha yakın, en azından yüzünü kapatıp bir yerlere saklanmıyor eskisi gibi. Büyüklere yine fazla yaklaşmıyor ama çocuklarla oynamaya çalışıyor en azından. Dışarı çıkmayı hep seviyordu zaten ama kendi kendine veya benimle oynardı, şimdi çocukların arasına karışmaya çalışıyor.

Ama Erdek'te asıl iletişimi hayvanlarla geliştirdi minik bıdığım. Sahildeki sitelerden birinin bahçesinde yavru kediler vardı. Onları bir kez gördü ve her seferinde beni elimden tutup oraya sürükledi "miyuv, miyuv" diyerek :) Yapabilse hepsini kucaklayıp eve götürecekti, öyle sevdi onları.. Bir de Dilşat'ın köpeği Mexy ile öyle güzel oynadılar ki hemen bir köpek edinmek istedim. Çocukların gelişimi için hayvanlarla iletişim kurması çok önemli derler zaten ama ben maalesef bahçeli evim olmadan böyle bir sorumluluk alabilecek biri değilim, keşke olsaydım :(


Bu arada tam bir Pepe hastası oldu, çizgi filmlere ve özellikle şarkılara daha bir meraklı. iPad' den kendi kendine YouTube' a girip, Pepe videoları, "wheels on the bus" şarkıları filan açıyor. Ayrıca oyuncaklara, özellikle tahta puzzlelara, legolara ve arabalara ilgisi arttı.




En güzeli artık, söylenen her şeyi anlıyor olması ve biz anlamasak da bıcır bıcır bir şeyler anlatması.. Söylediğimiz her kelimeyi kendince tekrar edebiliyor ama 2 anlamlı kelimeyi bir araya getirip bir cümle kurmadı henüz. Kendi kendine bazı sesler, anlamsız kelimelerle bir şeyler anlatır oldu sadece. O kadar komik ve bir o kadar güzel ki, konuşmasını iple çekiyorum resmen :)







Bir yaramazlık yaptığında ve benim ona kızdığımı anladığındaki tepkisine ölüyorum. Hemen bana sarılmaya çalışıyor, elleriyle yanaklarımı okşuyor, gözlerimin içine bakıp garip bir şeyler söylüyor, sanki "bana kızma, beni affet" der gibi.. Hiç dayanamıyorum o haline..


Bir de "öp" diyorsun yanağını uzatıyor. Bakalım ne zaman gerçekten öpebilmeyi öğrenecek, bekliyorum..












Ve annelik, her şeye rağmen çoooookk keyifli :)

22 Ağustos 2014 Cuma

New York, final & eve dönüş

NY tatilinin üzerinden geçen 3288 günün sonunda yazıyı bitiriyorum, gözümüz aydın :) Bu tatilden aldığım ders en kısa zamanda kendime bir fotoğraf makinası almam gerektiği yönünde oldu, bunu da not etmiş olayım..

Cuma günü, yani 7. günümüz tamamen yağmurla başladı. Zaten hava ilk gittiğimiz andan itibaren sürekli kötüleşti ve Cuma günü en ıslak günde, son günümüz sayıldığı için yapılması ve alınması gereken son şeylerin sıkışıklığı ile geçti..


Kahvaltı için Bedford Ave.'da yine metro yolumuzun üstünde o güne kadar neden girmediğimizi anlamadığımız yeri, Bagelsmith'i keşfettik. Sonra metro ile Union Square' e geçip oradan yürüyerek Madison Square' e Flatiron' u görmeye geldik. Yanından yürürken anlaşılmıyor ama tam önden bakıldığında gerçekten çok acayip bir bina.

























Bu noktada Tonguç çifti ile ayrıldık, çünkü yapılması gereken bambaşka işlerimiz vardı. Bu arada Boran ilk gördüğü andan itibaren Citibike noktasından bisiklet kiralamak istiyordu ve fakat bir türlü kredi kartı ile başaramadı, o an benim kartımla denedik ve ta taaam oldu :) Şans işte :) Biz bisikletle yolumuza devam etmeye karar verdik, iyiki de öyle yapmışız çünkü işlerimizi çabucak hallettik, bisikletle tüm 5.caddeyi ve Times Meydanını gezmiş olduk :) Yağmur altında hem de, ama öyle rahat ki, sonuçta yolu ayrı, ışığı ayrı.. Bir de daily pass alınca yarım saatte bir herhangi bir Citibike noktasına bırakıp, sonra işini halledip başka bir bisiklet alıp yoluna devam edebiliyorsun.





Boran'la işlerimizi tamamladıktan sonra nihayet LEGO mağazasına da girdik. Bu yandaki fotoda çok belli olmasa da duvardaki o her bir kutucukta lego parçaları var. İstediğin boyda bir kutu alıp içine istediğin çeşitten sığdırabildiğin kadar lego koyup kutunun boyuna göre bir fiyat ödüyorsun. Boran tabi ki bu fırsatı kaçırmadı :) Benim bile alasım geldi zaten, öyle eğlenceli görünüyordu ki. Ben Arda için birşeyler baktım, sevgilim yine özel koleksiyon bıdı bıdılarında kendini kaybetti.. Acayip bir dünya, anlamak zor..





















Sonra yine 5. Cadde üzerinde Uniqlo mağazasında Tonguçlarla tekrar buluştuk. Buraya girmek de daha önce nasip olmamıştı, bir kere gittik sayım var kapalı, sonra başka bir yerde başka bir mağazasına gittik, bu sefer de orada sayım vardı ve kapalıydı, şaka gibi.. Çok merak ediyordum, çünkü özellikle Cem çok övdü, tabi iş için sürekli Londra'ya gidip geldiğinden önce o keşfetmişti bu markayı. Kocaman bir yer, ürünler rengarenk ve genellikle casual ama ben öyle herşeyine bayılmadım. Biz kış sezonu indirimde olduğundan en meşhur parçası olan "ultra light down jacket" lardan aldık ailecek. En güzeli sanırım hiç yer kaplamaması ve gerçekten muhteşem hafif olması. Aslında yağmurluk gibi bakınca ama çok sıcak tutuyormuş, bakalım, kışın göreceğiz deneyip.

Şimdi tam burada Duygu ile yaşadığımız Apple Store anısını da tarihe not etmeliyim.. Daha önce gittiğimizde öğrendik ki eski iPhone a 200 $ veriyorlar ve bunu yeni iPhone ya da iPad alırken kullanabiliyorsun. Tabi biz turist olduğumuz için iPhone da alamıyorz, sadece iPad alırken kullanabiliriz -ki ben de zaten iPad mini alacaktım kendime ve Duygu da telefonunu vermek istiyordu. Biz de gayet gittik, bir görevliye Duygu'nun telefonu verdik, onun yerine iPad mini alacağız dedik. Ben tabi 200 $ vereceğim Duygu'ya, benim bu işten bir kârım yok :) Çocuk telefonu aldı, teknik ekibe gösterip geliyorum dedi, bir de bir uygulama varmış meğer, belli soruları cevaplıyorsun ki telefonun değerini o belirliyor senin için. Duygu'nun telefonunun ekranı değişmiş meğer daha önce, orjinal değil dendiğinde de değeri 40 $ olarak belirledi :) Ben o noktaya kadar zaten adamların enayi olduklarını düşünmüştüm, eski telefona 200 $ verdikleri için :) Ama asıl bomba orada Duygu'nun tam bir Türk olarak görevli ile girdiği diyalogdu.

G: i need to answer these question honestly
Duygu: find me an unhonest guy
G: please, don't hate me, it's my job
D: i hate you, i'll tell everyone in İstanbul,..

:)) Benim için bir şey fark etmiyor tabi, müthiş eğlendim sadece.. Bir de Valentino'yu gördük mağazada, adam televizyonda nasılsa aynen öyle, takım elbisesi, bastonu, solaryumlu teni ve yaka mendili ile podyumdan fırlamış gibiydi. Biz öyle paçoz ve yorgunduk ki, adamın yanına yaklaşamadık bizi bastonuyla döver diye :)


Sonra MOMA' ya gittik, deli bir sıra bekledik, içeriye asla çanta alınmadığından bir de vestiyer sırası bekledik, ama içerde hiçbirimiz mutlu olmadık çünkü gördük ki biz modern sanattan filan anlamıyoruz :) Bakıyorum eser diye koydukları şeylere yok yani, en ufak bir şey uyandırmıyor bende.. Tek beğendiğim şey tavandan asılan bu yeşil helikopter oldu :) Ama MOMA' nın bahçesi ve cafesi güzel görünüyordu, hava güzel olsaydı sadece orada oturmayı tercih ederdim..












Akşam yemeğini Le Parker Meridien Otel içinde bulunan minicik hamburgerci Burger Joint' de yedik. Burayı arkadaş tavsiyesi üzerine bulduk, inanılmaz lezzetliydi, biz de şiddetle tavsiye ediyoruz. Yalnız deli gibi sıra oluyor yine ve içeride oturacak yer çok az. Ayrıca çalışanlar biraz asabi, sıra size geldiğinde kararınızı vermiş olmanızı ve çabucak siparişi geçmenizi istiyorlar, yoksa kuyruğun sonuna kovabiliyorlarmış, haberiniz olsun :) Bir de mekanın ilginç bir hikayesi var, ne kadar doğru ne kadar efsane bilinmez ama, burası mevcutken Le Parker Meridien oteli yapmak istiyor ama adam vermiyor mekanını. Bu sefer "o zaman senin mekanını aynen koruyalım, otelin içinde kal" diyorlar ve adam kabul ediyor. Gerçekten çok ilginç çünkü resepsiyonun yan tarafında bir perde var oradan geçip ulaşıyorsunuz. (Bu arada Bebek'de de var aynı isimde bir yer ama alakası yok..)

Yemek sonrası McGees Pub' a gidip bira içtik. Buranın özelliği de HIMYM dizisindeki meşhur McLaren's Pub' a ilham veren yer olması. Aslında ben aynı yeri bekliyordum ama meğer dizinin senaristi McGees' e çok takılırmış. Sonra diziyi yazarken de buradan ilham alıp benzer dekorda McLaren's Pub'ı yaratmış ve orası stüdyoymuş. Bunu da McGees' deki barmaidden öğrendik :)

Buradan çıkışta Boran bizden ayrılıp sinemaya gitti. Aslında ben de gidecektim onunla ama yorgun hissediyordum kendimi, tabiki benim sevgilim tek başına da kalsa sinemadan asla vazgeçmez. Tutkularının peşinden gider :) Godzilla filmini Japonlarla birlikte izlemiş, adamlar Godzilla çıkınca alkış, tezahürat filan yapıyorlarmış.. Boran gibi sinema hastası biri için güzel bir deneyim elbette..

Tabi sonrasında başımıza gelecekleri bilseydim ben de Boran'la giderdim çünkü biz deli divane bir yağmura yakalandık. Metrodan inip eve yürüdüğümüz o 10 dk.lık yolda gerçek anlamda iliklerimize kadar ıslandık. Belki durur diye yol üstünde bir dondurmacıya girip dondurma yedik, bekledik ama daha beter oldu :) Ben de Boran için endişelendim, tek başına nasıl gelecek yağmurda diye ama o çıktığında hiçbir şey kalmamış..


Ertesi gün eşyalarımızı toplayıp evde bir tarafa yığdık, saat 3'te transfer arabamız gelecekti ve artık kalan bir kaç saati değerlendirelim dedik. Cem önceki gece ıslanmanın ve bütün hafta bel ve ayak ağrısına rağmen yürümenin etkisinden hastalandı ve kıpırdamadı. Biz Boran'la tekrar bisiklet kiraladık, hava da günlük güneşlik olunca bisikletle Williamsburg Bridge üzerinden Manhattan'a geçtik. Çok keyifliydi :) Sonra Union Square' e geçtik, orada yine son turları atıp metro ile geri döndük. Bedford Avenue üzerindeki butiklerden, dükkanlardan son hediyelik alışverişlerimizi yaptık. Sonra orada Fornino diye bir pizzacı keşfettik. Çok tatlı bir arka bahçesi vardı. Yine yolu düşene tavsiye edilir :)



Vee son foto, yola çıkmaya hazırız, bitik bir şekilde arabamızı bekliyoruz.. Bunca bavulu hangi araba alabilir diye bakınıyoruz :)












Dönüş yolunda yaklaşık 3 saat rötardan sonra İstanbul'a indiğimizde artık Arda'yı düşündüğüm anda gözlerimin dolup taşması seviyesindeydim. Elbette orada her gün annemi arayıp haber aldım ama Arda ile iletişim kuramadığımız için durumumuz çok daha vahimdi. Zaten her gördüğümüz çocuğu Arda diye sevip, habire videolarını izliyorduk.. Böyle bir özlem olamaz..
Uçaktan inip telefonu açtığımda annem 3, babam 7 kere aramıştı. Meğer Arda son gün hastalanmış, kusmuş, zaten doğru düzgün bir şey yememiş ama annem ben üzülmeyeyim diye bir şey söylememiş. Ben bunu duyduktan sonra o yol bitmedi. Artık bizi deli divane özlediğini ve bu kadar süre yok olmamızdan kötü etkilendiğini düşündüm hep, vicdan azabı çektim.
Annemlere vardığımızda Arda annemin kucağındaydı, asla yüzümüze bakmadı, bize gelmedi. Zaten ben artık bitiktim, sürekli ağlama halindeydim. Yaklaşık yarım saat trip attı bize. Sonra yavaş yavaş, oynaya oynaya yaklaştı ve mutlu son.. Yarım saat sonra hiçbirşey olmamış gibiydi :) Aşırı bağlılık veya aşırı uzaklaşma olmadı. Eve geldikten sonra yeme-içme-uyku düzenini tekrar bulmak tabiki zaman aldı. Ama ben en çok bir sonraki gün sabah işe giderken sorun çıkacağını, annemi istemeyeceğini ve arkamdan ağlayacağını düşünüyordum. Annem de bundan korkuyordu ama her şey normaldi, annemin kucağından bana el sallayarak işe uğurladı benim canım oğlum..

Bu seyahatte Arda ile ilgili şunu daha net anladım, duygusal bir çocuk evet ama asla zor bir çocuk değil. Her çocuk gibi düzeni, rutini bozulunca sinirleniyor, tekrar bırakırım elbette annemle ama bu sefer kendi evinde, kendi ortamında kalır, annemin evinde bırakacağımı sanmıyorum. Zaten 2 yaşından sonra bırakmak daha zor oluyormuş..

Bu arada haftaya Arda'yı özleyenler için yeni bir post hazırlayacağım, söz :) Mutlu hafta sonları!

20 Ağustos 2014 Çarşamba

New York, part.3

Uzuuuunnn bir aradan sonra kaldığım yerden devam etmeye çalışacağım :)

Bu arada serinin ilk 2 yazısını güncelledim, bakmak isteyenleri şöyle alabiliriz:
part.1 & part.2

5.gün Williamsburg'da Bedford Avenue (evden L Train'e gidiş yolumuz) üzerinde bulunan Fabiane's da kahvaltı ile başladı. Ama oradan direkt meşhur bir pancake yemeye gideceğimiz için az yedik ve tadı resmen hala damağımda. Domatesli ve fesleğenli sahanda yumurta yedim, muhteşemdi gerçekten..

Sonra o gün planladığımız rotamıza başlamak için Lover East Side' a geçtik ve yine meşhur olduğunu öğrendiğimiz Clinton St. Baking Company' de tam anlamıyla muhteşem bir pancake yedik. Şöyle söyleyeyim, hafta içi ve öğle vakti olmasına rağmen içerde yer yoktu, dışarda deli gibi sıra vardı ve zaten tok olduğumuz için sırf tatmak adına aldığımız tek porsiyonu dışarda bir banka oturup yiyebildik. Şiddetle tavsiye ederim..

Bu arada şu an fark ettim de ne yemişiz ya, sanırsın gastronomi turu yaptık. Ama bu güzel ve ünlü yerleri araştırıp listemize ekleyen Duygucum asıl övgüyü hak ediyor bence, bana kalsa asla böyle araştırmalara girmem, sonra da hiç özel bir şey yapmadan dönerim gittiğim yerden :)
























Buradan neredeyse tamamını Çinlilerin oluşturduğu yolcularla dolu bir otobüse binip China Town'a gittik. Ben hiç sevmedim, üzgünüm ama sokaklar pis kokuyordu, ne yedikleri belli değil zaten, abuk sabuk şeyler satan marketlerin, dükkanların önünden içim kalkarak yürüdüm. China Town sonrası Little Italy' ye yürüdük -ki zaten birbirinin devamı gibi-. Oradan da çok hoşlandığımı söyleyemeyeceğim ama en azından koku yoktu :) Yürüyerek Soho'ya kadar geçtik. Soho bildiğin bizim Nişantaşı.. Nispeten pahalı butikler ve restaurantlarla Nispetiye veya Abdi İpekçi Caddesi'nden pek bir farkı yok :) Açıkçası China Town ve Little Italy sonrası bize cennet gibi geldi Soho.. Chipotle' de yemek yedik ve tam burada aslında yetkililere seslenmek istiyorum, Chipotle İstanbul'a açılsın! Bir franchise lütfen ama aynı lezzeti koruyalım ve astronomik fiyatlardan da kaçınalım :)

Soho'da bir çok mağazada kendimizi kaybedebilirdik ama bütçemiz elvermedi :) Ama Adidas' ta Duygu'nun personel indirimi geçerli olunca, -ki zaten orada Adidas buraya göre uygun- kendimizi gerçekten kaybetmiş olabiliriz, emin değilim :)

Bir sonraki durağımız Union Square oldu. Bu noktada Boran bizden ayrılıp internetten bulduğu bir oyuncakçının peşine düştü. Benim sevgilim de böyle işte, aslında çoğu erkek gibi büyümeyen bir çocuk :) Yine de bu azmine şapka çıkarıyorum ve saygı duyuyorum çünkü sevdiği şeylerin peşinden koşuyor. Yine bazı japon çizgi film figürlerinin vs. peşindeydi ve gidip buldu. Boran'ı geride bırakınca Cem'i de parka oturtup Duygu ile Nordstorm Rack' e girdik. Ve işte yine o an, ayakkabı kutuları ve çanta reyonu arasında kaybolmanın verdiği çaresizlik.. Daha önce Century21' den alınanlar olmasa şunları da alırdım, ihtiyacım yok ama çok ucuzmuş düşünceleri ve saçmalık :) (Aklım hala hakkımı tükettiğim için alamadığım Tory Burch ayakkabıda olabilir:))

6.gün için kahvaltı mekanımız Pershing Square oldu. Ancak güne geç başladığımız için kahvaltı menüsünü kaçırmıştık. Adamların breakfast, lunch, dinner ve brunch olmak üzere 4 ayrı menüsü var ve gittiğiniz saate göre menü geliyor. Gün boyu breakfast seçeneği mevcut ama sadece pancake var :) Ben tercihimi ondan yana kullandım, gerçi bir önceki gün yediğimiz Clinton St. Baking pancake iyle asla yarışamazdı ama olsun. Duygu etli bir sandviç yedi, tadı muhteşemdi, tavsiye edilir :)



Bir sonraki durak Grand Central Terminal' di. Buranın muhteşem yapısını görünce kaybettiğimiz Haydarpaşa Garı' na bin kez daha üzülüyor insan..




JFK' de göremediğim o koşturan NewYorker tipleri burada gördüm :)











Ve başka bir muhteşemlik, başka bir dünya, içinde kaybolup gitmek istediğiniz apayrı bir ortam;
NY Puplic Library..

Duygu gibi sıkı bir Sex & The City hayranızsanız, Carrie'nin düğün öncesi Mr. Big tarafından terk edildiği bu mekanın yeri sizin gönlünüzde de ayrıdır sanırım :)







 

En güzeli de bu kadar çok insanı, bizim gibi gezen turistlerin gürültüsüne rağmen (bir kısmı geziye açık, tamamen kapalı olan alanlar da var insanların pür dikkat çalıştığı) okurken görmek. Gılgamış Destanı' nı okuyan bir amca gördüm, büyüleyici bir sahneydi :) 

Buradan Chelsea tarafına geçtik ve ünlü Bleecker Street' de yürüdük. Tabi ki Magnolia Bakery' nin meşhur cupcakelerinden aldık ama ben full olduğum için oturduğumuz parktaki kuşlarla paylaştım çoğunu. Bu cupcake mevzusu zaten hiç bana göre değil, bildiğin kekin üzerine deli gibi krema koyuyorlar, oldu sana cupcake :) Ben aşırı tatlı şeyleri sevmediğim için sanırım, bana çok fazla geldi ama evet lezzetliydi.. Ama asıl bizim Cookshop' ta da "Magnolia Puding" olarak yapılan muzlu pudingi var çok ünlü, bence ondan yemek lazım..
 





















Elbette buraya gitmemizin sebeplerinden biri de Carrie Bradshaw' un evini ziyaret edip, merhumun anısına bir iki dua okumaktı.. Duygu'nun Sex & The City hayranı olduğunu söylemiştim değil mi :)
İşte o evin kapısı.. Bunlar da bizim Carrie ve Mr.Big :)










Ama ben bu kırmızı kapıyı daha çok sevdim, burası benim evim olabilir, evet :)



Daha sonra sokak sokak yürüyüp bu bölgeye hayran kalarak ve ilerde mutlaka buraya taşınmamız gerektiğine karar vererek Meatpacking District denilen bölgeye geldik. Burada karşımıza adını sonradan öğrendiğim muhteşem park Highline çıktı. Eski tren yolunu parka çevirip böyle bir güzellik yaratmışlar, ne denilebilir ki.. Daha fazla vaktimiz olsaydı boydan boya yürümek isterdim aslında.
 

Hepimizin tüm seyahat boyunca en çok beğenip takılmak istediği yer sanırım bu bölge oldu. Çünkü hem turistik -ama bir Times kadar asla değil- hem lokal, popülasyon daha genç.. Gerçekten çok keyifli ve keşfedilesi bir yerdi. Özellikle en son Chelsea Market denilen pasaj tarzı yere girdiğimizde tok olduğumuz için şanssızdık çünkü çok şirin cafeler ve restoranlar vardı. Daha fazla vakit geçirilmeliydi kesinlikle..
 























Sonra Madison Square tarafına geçip burada bir alışveriş molası verdik, beyler B&H' te teknoloji içinde kaybolurken biz Victoria's Secret'a girdik. Aslında VS için büyük hayallerim vardı çünkü zaten arada online mağazasına girip iç geçiriyordum. Akasya'da açıldığında gittiğim zaman yaşadığım hayal kırıklığından bir farkı yoktu mağazaya girdiğimde yaşadığımın. Zira online da gördüğüm hiçbir şey yok, olanlar da zaten bende bir VS meleği vücudu olmadığı için hiç öyle fotoğraflardaki gibi durmuyor :) Elimiz nerdeyse boş çıktık oradan, daha da gelmem dedim küstüm zaten :)

Akşam için planımız bir Broadway müzaikaline girmekti -ki zaten sabah evden çıkmadan Wicked için bilet almıştık. Tek kelime ile olağanüstüydü.. NY'a gidince yapılmadan dönülmemesi gereken bir şey gerçekten. Yerimiz arkalarda olmasına rağmen çok eğlendik, çok beğendik, büyülendik resmen..
Gecenin sonunda da nur topu gibi bir anımız daha oldu. Eve dönmek için metroya bindik, arada bir aktarma yapıp canımız ciğerimiz L Train' e geçmemiz gerekiyordu ama her zamanki gibi Boran ve Duygu inilecek durakla ilgili farklı fikir beyan ettiler. Artık 6. gün, kaç kere bindik metroya bilmiyorum ama hep aynı muhabbet, mutlaka farklı fikirler :) Cem ve ben de karışmayıp sadece talimatlara göre hareket ettiğimiz için, o akşam biz son dakikada "evet bu durak" diyerek indik ama Cem geride kaldı, bir anda metro hareket etti ve kapı Cem'in yüzüne kapandı. Duygu "kocam kaldı" diyebildi sadece elini uzatıp, film sahnesi gibi :) Sonra ne yapacağımızı bilemedik, çünkü aynı zamanda telefonunun şarjı da bitikti. Aktarma yapacağımız yerde bekledik, en fazla gider, geri gelir dedik ama olmadı, 3. tren de geçince eve gidip orada beklemeye karar verdik. Sonra evin önünde sokakta merdivenlere oturup Cem'i beklemeye başladık. Sanırım bir 10-15 dk sonra geldi ama o ana kadarki özellikle Duygu'nun paniğini anlatamam. Sonra da merdivende oturup içkilerimizi içerek bunun üzerine baya geyik çevirdik, bu da biraz HIMYM sahnesi gibiydi :)
 
 
Sevgiler..