27 Eylül 2013 Cuma

İlk uzun yol / Ankara

Anne olmanın bazen nasıl da kabus olabileceğini anlatan bir yazıyla karşınızdayım.

6 Nisan 2013' te Boran' ın kuzeni Kutal ve nişanlısı Bengi' nin düğünü için Ankara' ya yola çıktık. Açıkçası uzun yol ile ilgili endişelerim vardı ama çok rahat geçti. Zaten Arda büyük bölümünde uyudu, uyumadığı zaman da o dönem favori hareketlerinden biri olan "ayağını kemirme" modunda takıldı :)

Düğünün yapılacağı otele vardığımızda henüz öğle saatleriydi. Dolayısıyla dinlenmek, Arda' yı uyutmak, yedirmek ve hazırlanmak gibi işlemler için bolca vakit vardı.

Yalnız öncelikle şunu anlatmam lazım ki, ben bu düğün için çok zor kıyafet buldum. Çünkü evdeki mevcut elbiselerim özellikle göğüs kısmından dolayı bana olmuyordu. Arda ile ilgilenmem gerekeceği için ayaklarıma dolanacak uzun bir elbise giymek istemedim. Hem kısa, hem de bana olabilecek çok az seçenek arasından bir tercih yapmak zorunda kaldım. Buraya kadar her şey normal..

İstanbul' dan gidip otelde kalacak tüm kadınlar olarak otelin kuaföründe saç-baş işlerini halletmemiz gerekiyordu. Ben de Arda ile odada kalmak durumunda olduğum için herkesin işi bittikten sonra hazırlanmak istedim. Sonra odada kuaföre inmek için beklerken, Boran' ın kuzenleri hazırlanmış şekilde kapımızı çaldılar. Ve ta ta taaaammm. Ecenur' un üzerinde benim elbisem.. Evet, yanlış okumadınız, o kadar tercih arasında gidip aynı kıyafeti almışız. Yanımda yedek bir elbise yoktu, olması gerekiyormuş, o noktada bu dersi aldım zaten :) Ecenur' un yanında da yokmuş. Şu an bakınca o an için fazlaca yıkılıp üzüldüğümü düşünüyorum. Belki şimdi olsa, ya da o gecenin nasıl geçeceğini önceden bilsem umurumda bile olmazdı, ama o an öyle olmadı.

Eğer bebekli bir kadınsanız her şeyi en ince noktasına kadar düşünmeniz yetmiyor, etrafınızdaki insanların da sizi bir şekilde düşünüp anlamasını bekliyorsunuz. Benim ilgilenmem gereken bir bebeğim vardı, henüz kuaföre inmemiştim ve zaten üzerime zar zor olan bir elbiseyi ancak bulabilmiştim. Bu durumda şöyle bir teklif bekledim "tamam o zaman, ben gidip başka bir şeyler bakınayım". Ama bu teklif gelmeyince o halimle ben bu işe kalkıştım. Boran' la çıkıp Ankara' da elbise arayışına geçtik ve normalde o kadar da beğenmeyeceğim bir elbiseyi çaresizlikten aldım. Zaten bütün enerjim ve moralim çoktan -1500 civarına inmişti :) Sonra kuaföre döndüm ve Arda' yı giydirilmek ve oyalanmak üzerine Boran' a teslim ettim. Yaklaşık 1,5 saat Arda benden ayrı kaldı o sıra. Artık makyajımı sonlandırırken (bu arada nikah saati çoktan kaçmıştı) Gülten Anne kucağında çığlık çığlığa ağlayan Arda'yla odaya geldi. Benden ayrı kalınca delirdiği yetmemiş, kalabalık ve gürültülü ortama girince iyice çıldırmış, ortalığı inletmeye başlamış.

İşin garip tarafı beni görünce de tamamen sakinleşmedi. Hemen alıp emzirmeye başladım ama hem emiyor hem de için için ağlıyordu. O kadar üzülmüştü ki, onu o halde görünce elbiseyi filan ne kadar gereksiz yere kafama taktığımı düşündüm. Bir ara sakinleşir gibi olunca birlikte tekrar düğünün yapıldığı salona geçtik ama ben yanında olmama rağmen özellikle gürültü sebebiyle çok ağlayınca çaresiz Kutal ve Bengi' yi tebrik ederek odama geri döndüm. Arda' yı sakinleştirip uyuttum ve bütün gece de odada onunla kaldım. Evet, bunu da yanlış okumadınız, elbise, saç, makyaj, hepsi sadece 2 dk. düğünde görünmek içinmiş :) Boran sık sık yanıma uğradı, bana yemek filan getirdi :) Baya tutsak gibiydim yani.. Bir yandan ben orada beklerken onun eğleniyor olmasına bozulsam da, diğer taraftan kuzeninin düğünü, o bari keyfini çıkarsın diyordum.. Anne olmamdan itibaren geçen 6 aylık zamanda, en kötü anımı yaşamıştım artık..



Düğünden elimizde kalan tek fotoğraf yandaki. Onda da görüldüğü üzere, biz ne kadar gülsek de Arda benim kucağımda çıldırmış bir şekilde ağlıyor.


Ankara seyahatinin benim için tek güzel tarafı Anıtkabir ziyareti oldu. Böylece daha karnımdayken Çanakkale' yi gezip o havayı soluyan Arda, 6 aylıkken de Ata'sının huzuruna çıkmış oldu.






















Bu arada İstanbul' a döndükten sonra ilk iş olarak, her iki elbiseyi de iade edip yerine bir sürü kıyafet aldım :) Böyle de hırs yaparım bazen işte...

17 Eylül 2013 Salı

İşe dönüş vol.2

Daha önce de bahsettiğim gibi Arda, süt alerjisi nedeniyle ben işe başlarken henüz 6 ayını doldurmamış olmasına rağmen ek gıdaya geçiş yaptı. Böylelikle önemli süreçlerden biri olan "ek gıdaya geçiş" olayını da başarıyla atlatmış olduk. Darısı yürümeye başlamasına, 2 yaş sendorumuna, tuvalet eğitimine, okula başlamasına, vs. vs. vs... Bitmiyor annem, bitmiyor :)

Önce havuç, patates, esmer pirinç, buğday, sarı mercimek ve irmikle başladık. Daha sonra yavaş yavaş içerisine kabak, yeşil fasulye ve enginar girdi. Hepsini pişirip süzgeçten geçirerek veriyorduk. Rondo/Blender kesinlikle yasaktı. Arda baya sevdi bu yeni tatları, kaşıkta da hiç zorlanmadı. Bir süre sonra minik minik kuzu eti doğramaya başladık bu yemeğe. Sonra irmik çıktı ve ince bulgur girdi işin içine. Sonra süzgeç de gitti ve çatalla ezmeye başladık. Mevsimine göre içerisine değişik sebzeler koyduk hep ama tahıllar ve kuzu eti hiç değişmedi. Şu an geldiğimiz noktada bu yemeğe nohut ve kuru fasulye de koyuyoruz ve genelde artık çok da ezmeden verebiliyoruz. Üstte ve altta ikişer dişi olduğu için kendince çiğneyerek yutuyor bıdık :) Bu yemek, içerisine konulan malzemelerle aslında tüm vitamin mineral ihtiyacını karşılayabilecek kapasitede görünse de, benim içim peynir, yoğurt, süt veremediğim için hala rahat değil. Gerçi kahvaltıda Pregomin içerisine yumurta, fındık, pekmez, ceviz, zeytin, muz koyarak yediriyoruz. Pek sevmese de idare ediyor.

Bu yemeğin yanında o dönem mevsimine göre meyve vermeye de başladık. Önceleri 1/4 elmanın suyunu veriyorduk sadece. Sonra yavaş yavaş bu miktar arttı. Artık şeftali, armut, muz, elma, ne bulursak hafif püre haline getirip verebiliyoruz. Meyveyi de çok severek yemiyor aslında ama bence asıl sorun her gün aynı şeyleri yemekten sıkılıyor olması. Örneğin bu ara biz yemek yerken bizimkilere sulanıyor ve verirsek baya pilav, makarna, köfte, fasulye, dolma içi filan yiyebiliyor. Gerçi artık neredeyse 1 yaşına geliyor, çok normal tabi :)

Bunun dışında işe dönüşle birlikte bir diğer olay benim için emzirme ve süt sağma seanslarıydı. İlk 1 ay (Arda 6 aylık olana kadar) sabah emzirip işe geldim. Öğlene kadar 1 posta süt sağdım. Öğlen eve gidip emzirdim. Öğleden sonra 1 posta daha süt sağdım ve akşam eve gidince emzirdim. Ev iş yerine 5 dk. mesafede olduğu için şanslıydım elbette. Sanırım bu çalışan anne olmanın en zorlu süreçlerinden biri, o nedenle şu 6 aylık izin olayını kesinlikle destekliyorum. Zaten devletin bir yandan "ilk 6 ay sadece anne sütü" diye kamu spotu yayınlayıp, diğer yandan "en az 3 çocuk" diye gaz verip, sonra da doğum iznini zar zor 4 ay, emzirme izniyle maksimum 5.5 ay vermesi kadar saçma bir politika yok. Gerçi deve demiş ya nerem doğru ki diye, neyse, dağıtmayacağım konuyu..

Arda 6 aylık olduktan sonra her öğlen eve gitmemeye başladım, veya günde 2 kez yerine 1 kez süt sağıyordum. Bu böyle yavaş yavaş azaldı ve yaklaşık son 3 aydır hiç süt sağmıyorum. Arda sabah uyandığı zaman bazen emiyor, bazen pek oralı olmuyor, ama akşam eve gidince, özellikle son zamanlarda mutlaka bir posta meme istiyor.

Son olarak.. İşe başlayınca ne hissettim? Ağladım mı? Hayır. Üzüldüm ve vicdan azabı çektim mi? Evet. Ağlamadım çünkü aşırı derecede üzgün değildim. Sanırım bunda evimin yakın olması, öğlenleri gidiyor olmam ve tabi en önemlisi de gözümden sakındığım yavrumu anneme gözü kapalı emanet etmiş olmam çok etkiliydi. Zaten şartlar bu şekilde olmasaydı belki ücretsiz izin alıp bir süre daha bebeğimle kalırdım. Yine de bir burukluk, aslında daha çok vicdan azabı oluyor. O kadar küçük ve muhtaç ki, bırakıp gidiyor olmak sızlatıyor insanın içini. Bir yandan da henüz pek bir şey anlamadığı için aslında ayrılmak zor olmuyor. Biraz büyüyünce sabah gitme diye ağlayan, annesine yapışan çocukların hikayelerini duydukça içim cız ediyor, inşallah bizimki öyle olmaz, hep güzelce uğurlar beni diyorum. Keşke elimizde olsa ve tüm anneler bebeklerini kendileri büyütebilse, ama maalesef hayat öyle değil..

Bunlar da işe başladığım gün öğlen benimle eve gelen Aslı tarafından çekilen kareler.. Tarih 13.03.2013. Ben doğum iznimden işe geri döndüm. Arda ise pek de etkilenmişe benzemiyor :)





İşe dönüş, vol.1 (Sarı saç)

Eveeett, yazdım yazdım, sonunda işe geri dönüş zamanıma ancak gelebildim. Burada aslında bahsetmek istediğim 1-2 konu var, o yüzden konuları bölüyorum.
Öncelikle neden sarı saç?? :)

Şimdi efendim ben uzuuuuunn bir zaman saçımla oynamadım. En son 2009 yaz başında bakır rengine boyatmıştım ve Boran turuncu olduğum için beni aslana benzeterek baya bir dalga geçmişti. Tabi o zaman şu çirkin ING aslanı da yoktu piyasada, yoksa mazallah :) Yaz sonuna kadar zor dayanıp, sonrasında yine kendi rengine dönmüştüm.
Ara ara sıkılıyor insan, değişiklik arıyor. Bana da yine arada geliyordu sarı saç sevdası ama emin olamayıp, tekrar bir felaket yaşarım diye vaz geçiyordum. Sanırım doğumdan sonra sanki hayatım yeterince değişmemiş gibi yine değişiklik arayışına girdim ve biraz da tekrar işe döndüğümde bir farklılık olsun istediğimden saçlarımı boyatmaya bu defa kesin bir şekilde karar verdim. Bilemiyorum, belki bilinç altımda anne oldum ama hala gencim, güzelim, bakımlıyım düşüncesi yatıyordu, olabilir :) Zaten genelde doğumdan sonra çoğu kadın saçıyla ilgili değişiklik yapıyormuş. En çok da saçını kestiren var ama Boran buna kesinlikle karşı olduğundan ben boyatmayı seçtim :) Benim sevgilime göre anne olduktan hemen sonra saçını kısa kestiren kadın, eşittir yaşlı kadın. (Aman kimse üzerine alınmasın.)

Şimdi fotoğraflara bakınca bunalıma giriyorum yine. Çünkü böyle değişiklikleri aniden yapmak kadar sakıncalı bir durum yok. Mesela önce kendi renginin üzerine gölge attırıp bu işe başlasaydım ve tamamen sarıya geçişi 6 aylık bir periyoda yaysaydım bu etkiyi yaratmayacaktı belki. Ama birbenbire saçı açtırarak böyle bir renge geçmek florasan etkisi yaptı resmen :) Zaten insanların tepkilerinden anlıyorsunuz aslında size hiç de yakışmadığını. Ben daha önce bakır renkde de aynı şeyi yaşamıştım, çünkü "güzel olmuş, yakışmış" demiyor kimse, "değişik olmuş" diyor :) Hatta dürüst davranıp "kötü olmuş, değiştir hemen" diyen de oldu bu defa bana.



O dönem bu saç muhabbetinden feci derecede sıkılmıştım, zaten fotoğrafların üzerindeki mesajlardan da belli, şimdi nasıl böyle uzunca anlattım hayret :)

Niketim, dönüp dolaşıp kendi rengime doğru yol almaya başladım tekrar ve bir kez daha anladım ki bu işler bana göre değil. Hala güzel tonda sarı saç görünce içim gidiyor gerçi, belki bir gün yine bir çılgınlık anında saçmalayabilirim, Allah korusun :)






16 Eylül 2013 Pazartesi

Karı-koca halleri...

Boran' la 2007 Eylül ayında tanıştık. Tam tamına 6 yıl oluyor. Kendisi benim U dönüşüm olur :) Yani aslında şöyle; öncesinde yaptığım U dönüşü ile karşıma çıkan ve o dönüşü yaparak ne kadar doğru davrandığımın adeta kanlı canlı ispatı olan adamdır benim için. Sevgilidir, sevdiğimdir ama en iyi arkadaşımdır aynı zamanda.

Boran' la evlenmek, bir de üzerine birlikte bir can dünyaya getirmek çok zor aldığım bir karar değildi. Üzerinde pek düşünmedim hatta. Sadece istedim ve oldu. Çünkü bence doğru kişiydi, soru işaretim olmadı hiç. Doğru kişi olunca sanırım, zaten pek düşünmenize gerek kalmıyor, sırası geliyor ve oluyor her şey :) Zira mükemmel zaman, mükemmel kişi, hazır olmak, vs. gibi kavramlar yok. Bir yerde bazı şeyleri akışına, oluruna bırakmak ve kendinizi de o akışa bırakıp olaylara adapte olmak lazım. Plan yapmakla geçmez hayat, yani bence tabi :)

Aslında ben özellikle son zamanlarda hep şunu düşünüyorum. İnsanlar evlilikten beklentilerini düşürmeli. Yani genelde evlenince hayat süper ötesi güzellikte olacak, her akşam romantik yemekler yenecek, birlikte el ele, diz dize filmler izlenecek, 2 günde bir sevişilecek filan, yok yani öyle bir hayat. Öncelikle bunu bilmek lazım. Boran benim için doğru insan, evet, ama elbette ki değiştirmek istediğim huyları, tahammül edemediğim halleri var. E benim yok mu ki, benim de var. Güzel olan bunu kabul etmek, karşılıklı anlayış göstermek, olduğu gibi sevmek, benimsemek.. Elbette ki hayal kurmayın demiyorum, o kadar da acımasız değilim ama sadece ütopik olmayın diyorum. Karşınızdakini değiştirmeye çalışmayın, çünkü evlenmeden önce siz zaten onu öyle sevdiniz. Yani eğer "Barney" ye aşık olduysanız, evlendikten sonra ondan "Ted" olmasını beklemeyeceksiniz.. Gidip kendinize bir "Ted" bulacaksınız bir zahmet. Tabi onu kim kaybetti de siz bulursunuz orasını ben bilemem :)

Ben mesela isterdim ki Boran bana ev işlerinde daha fazla yardımcı olsun, mümkünse en azından kendi döküntüsünü toplasın, daha az Bilgisayar' da vakit geçirsin, bu kadar PC/konsol oyunu delisi olmasın, benimle daha çok ilgilensin. İsterdim ki bir şey izlemeden veya okumadan, sadece benimle konuşarak yemek yiyebilsin. İsterdim ki Arda ile daha fazla ilgilensin, mesela en azından bezini değiştirebilsin, ben talimat vermeden mamasını hazırlayabilsin veya yedirebilsin. Peki bununla ilgili ben doğru davranıyor muyum? Elbette hayır.. Örneğin, bulaşık makinasına bulaşıkları dizmesini istiyorum, Boran bir şekilde bunu yapıyor. Sonra ne mi oluyor; onun dizdiklerini beğenmeyip düzeltiyorum. Bravo bana, kocaman alkış. Çünkü canım sevgilim haklı olarak diyor ki "madem kendin beğenmeyip tekrar yapacaksın, bana niye yaptırıyorsun?" :) Eminim o da benim bu kontrol manyaklığımı değiştirmek isterdi. En azından daha az alışveriş yapmamı istediğini adım gibi biliyorum :)

Bu arada başlığa aldanmayın, ben şahsen "karıcım" ve "kocacım" kalıplarından pek haz etmiyorum. Çoğunlukla "sevgilim" diye bahsederim. Evlendikten sonra iş yerinde bir arkadaşım "ne sevgilisi kızım ya, evlendiniz artık siz" demişti. Evlenince sevgili olunmuyor mu anlamadım ki :)

Neyse bu yazının asıl amacı şudur ki, özellikle bebek olduktan sonra sevginizi 3 kişilik yaşamaya başlıyorsunuz. Doğrudur, aşk bir noktada tükeniyor, tutku azalıyor ama yerini daha sağlam, daha kalıcı duygulara bırakıyor. Benzersiz bir bağ oluşuyor bu 3 kişinin arasında. Belki daha önce "aşkııımmm" diye seslenirken şimdi "babasıııı" diyorsunuz çoğunlukla.. Belki eskisi gibi baş başa kalamıyorsunuz, birbirinize yeterince vakit ayıramıyorsunuz.. Zaman zaman bunların eksikliğini yaşıyorsunuz belki.. Ama bunlar eksilirken bambaşka güzellikler ekleniyor hayatınıza.. Katlanarak çoğalıyorsunuz.

Arda, yaklaşık 5 aylık..





6 Eylül 2013 Cuma

Doğum kilolarımı nasıl verdim?

Başlık yeterince cezbedici mi? Tabi ki bir diyet listesi filan vermeyeceğim, çünkü bu büyük bir yalan, sadece yazıya çekmek istedim sizi :) Kilo milo da vermedim, normalde bir şey yapmadan verilen kilo kadarı gitti, gerisi özellikle göbek&bel çevresinde bir kütle halinde kaldı. Ama size neler yapmak isteyip de yapamadığımı anlatabilirim :)

Daha önce de bahsetmişimdir, hamile kaldığımda 48 kg idim. Hamilelik sırasında 13 kg aldım ve doğuma 61 kg ile girdim. Hastaneden eve geldiğimde 57 kg idim. Yaklaşık 3 ay sonra da 54 kg olarak kaldım. Uzun bir süre orada sabit durdum. Hedefim tabi ki hamile kalmadan önceki kiloma geri dönebilmek, en azından 50' nin altına inebilmekti. Ama ne yazık ki hala bu amacıma ulaşamadım :)

Arda yaklaşık 3 aylıkken, yani 54 rakamında bir nebze dahi oynama olmadığı o günlerde, bana bir gaz geldi. İşe döndüğüm zaman eski kilomda olmalıyım gibi bir hedefe konsantre oldum ve evde pilates yapmaya başladım. İstikrarlı bir şekilde yaptım da bir süre. Ebru Şallı ile Mükemmel Bir Karın ve Ebru Şallı Selülit Savar videoları eşliğinde, baya baya hayaller kurarak yapıyordum pilatesimi :) Sonra deli gibi yemek yerken sadece pilatesle bu işler olmaz diyerek, yediklerimi azaltmaya başladım. İşte ne olduysa o zaman oldu ve ikisi birden bana fazla geldi. 3 gün sonra enerjisizlikten sürünüyordum çünkü hesaba katmadığım bir şey vardı: Emzirmek! Zaten deli gibi kalori harcıyordum emzirdiğim için. Bir de üstüne spor ve diyet.. Hem yorgun düştüm, hem de sütümde azalma oldu. Sonra, yok dedim bu böyle olmayacak, en iyisi sadece spor yapayım. Ama maalesef ona da aynı istikrarda devam edemedim. Bir ara sitenin spor salonunda yürüyüş bandına takıldım. Her gün 30 dk. tempolu yürüme + 10 dk koşu yapıyordum. Ne yazık ki onda da istikrar sağlayamadım. Baktım olmuyor, "en iyisi Arda 6 aylık olsun da, ek gıdaya geçince başlarım" diyerek kendimi kandırdım bir güzel ve bıraktım iyice ipin ucunu.

Şu an 50-51 kg arasında gidip geliyorum. Bu kiloya nasıl indiğime gelince de, tabi ki süt diyeti sayesinde. Arda' da süt alerjisi çıkınca ve ben daha önce bahsettiğim o doğru düzgün hiçbir şey yiyememe evresine girince kendiliğinden 2 kg  gitti. Bir de işe başlayınca artan tempom sayesinde 1 kg daha gitti ve orada tıkandım yine. Hala 50' nin altına inme hayalleri kurup, yaz sonunda spora başlayacağım diye kendimi kandırıyorum :) İşte yaz bitti bitiyor, bende hala bir hareket yok.

İşe döndüğüm zaman herkes "eski haline dönmüşsün, hemen zayıflamışsın, ne yaptın da kiloları verdin" gibi cümlelerle sağolsunlar biraz egomu okşadılar. Elbette ben zaten ufak tefek bir kadın olduğum için herkese gayet zayıf görünüyorum. Ancak ben kendimi biliyorum ne yazık ki ve kendi kendime kıyas yapıyorum haliyle :)

Aslında kilom ile de değil derdim. Bir yerde toplanan ve sabit kalan fazlalıklar ile. Benim tamamen bel ve göbek çevrem değişti. Bu da beni inanılmaz rahatsız ediyor. Diyetle filan da olacak iş değil, hatta kendi kendime yürüyüş vs. yapsam da eritebileceğim bir bölge değil. Profesyonel destek almam, bu işi bir bilene sormam lazım. Şimdi de Arda henüz hala emdiği, hatta bensiz uyumadığı, hatta ve hatta özellikle şu ara bensiz nefes bile almak istemediği (!) için hangi ara spora gidebilirim ki diyerek erteliyorum. Bakalım, kısmet :)

Arda, yaklaşık 4,5 aylık...

5 Eylül 2013 Perşembe

Kelebeğin Rüyası

Bilenler bilir, Boran tam bir sinema fanatiği. Boran' la tanışmadan önce kırk yılda bir, çok popüler, merak ettiğim bir film geldiğinde ancak sinemaya giderdim. Boran' la birlikte ben de sinema sevdalısı olup çıktım. Arda doğmadan önce hemen hemen her Cuma akşamı bizim için sinema demekti. Boran' ın vizyondaki her şeyi izleyebilme kapasitesi olsa da, özellikle hamileyken ben bazı filmlerde sinemada uyukluyordum. Yine de bizim için vazgeçilmez bir aktiviteydi. Ta ki Arda doğana kadar :)

Arda' yı her Cuma anneme bırakıp sinemaya gitmek, hele de çok küçükken yapılabilecek bir şey değildi. Zaten 2 saatten fazla benden ayrı kalamıyordu, malum emzirme olayları.. Tabi Boran' ı bağlayan bir şey olmadığı için o arada kaçıp tek başına gidiyordu, hala da gidiyor. İçten içe ve hatta bazen gayet dıştan :) Boran' a kızsam da yapacak bir şey yok. Evet onun yaptığı bencilce olabilir ama kendim gidemiyorum diye onu da en sevdiği aktiviteden alıkoyarsam ben de bencillik etmiş olurum. Ancak özellikle çok beklediğim, merak ettiğim, mutlaka izlemeliyim dediğim bir film gelirse elbette o zaman Arda' yı anneme bırakma hakkımızı kullanıyoruz.

İşte şimdilerde Oscar Aday Adayı olarak gündeme gelen güzel film "Kelebeğin Rüyası" nı da gerçekten çok merak ediyordum. Normalde pek Türk filmi, hatta özellikle dram tarzını sevmemesine rağmen Boran da merakla bekliyordu. Ancak maalesef filmin 15. dakikasında annemin telefonuyla hevesimiz kursağımızda kalmış bir şekilde salondan çıktık. Daha önce de Arda' yı bırakıp oraya buraya gitmişliğimiz vardı elbette, ilk kez annemle kalmıyordu. Ancak tam da o gün bize inat edercesine deli divane şekilde ağlamış. Ne yapsalar susmamış, annemlerin evini, babamı yabancılamış, neredeyim ben, annem babam nerede der gibi duvarlara bakıp bakıp acıklı bir şekilde ciyaklamış :) O filmden ilk 15 dk sonra çıkmak zorunda kalmak nasıl içime oturmuştu anlatamam. Anneliğin gerçek yüzüyle bir kez daha karşı karşıya gelmiştim. Artık senin hayatının pek de bir önemi olmadığı, özgürlüğünün kalmadığı, tamamen bebeğine bağımlı olduğun gerçeği tokat gibi yüzüme çarpmıştı.

Cem biz filme gitmeden önce "1 günlük ömrü olan kelebeğin nasıl 3,5 saat rüyası olabilir ya, gidilir mi o filme, patlanır sıkıntıdan" demişti :) Nazar değdirdi herhalde ki bizim için o rüya 15 dk. sürebildi ancak :) Daha sonra tekrar gittik tabi filme, yüreğimiz hop hop ederek, acaba her an o telefon çalabilir mi endişesiyle izledik. Neyse efendim gerçekten çok güzel filmdi. Yılmaz Erdoğan' dan pek haz etmem açıkçası ama Oscar yolunda da kendisine başarılar diliyoruz buradan :)


Geleneği bozmuyorum ve yaklaşık 5 aylık Arda' nın güzel bir karesiyle bitiriyorum. Şimdi şu güzelliğe bakınca insan nasıl kıyar; varsın ağlasın, varsın özgürlüğümü kısıtlasın..





3 Eylül 2013 Salı

Haftasonu Kaçamağı / Sapanca

Bizim için kışın artık bir vazgeçilmezi var ise, o da Sapanca' da haftasonu kaçamağı sanırım. İlk 2009 Sevgililer Günü' nde Maşukiye ve Kartepe olarak bu maceramız başladı. Daha sonra aynı yıl Kasım ayında doğum günü hediyesi olarak Boran beni Güral Sapanca' ya götürdü. O zaman çok beğenmiştik oteli. Sanırım daha yeni olduğu için çok bilinmiyordu. Biz gittiğimizde çok boştu ve bütün otel bize aitmiş gibi hissetmiştik. Bir de Spa' da hamam ve masaj keyfi yapınca tadından yenmez bir tatil olmuştu bizim için :) Sonra bir gelenek gibi her yıl sevgililer gününde aynı yere gitmeye başladık. Bir kez Duygu ve Cem'i de götürdük. O zaman da otele girmeden önce nerede kahvaltı edebiliriz diye araştırırken Evce' yi keşfettik. Yalnız şöyle bir durum var ki o zaman şansımıza hava muhteşem güzellikteydi. Dolayısıyla açık havada, Evce' nin bahçesinde oturabilmiştik. İlk kez gidiyor olmamız, kahvaltının (belki de brunch demeliyim, zira bol bol meze de içeriyor menü) muhteşemliği, havanın olağanüstü oluşu bizi büyülemişti. Daha sonra bir kez Gülten Anne ve Çetin Baba ile gittik. O zaman hava kötüydü ve aynı keyfi alamadık, çünkü şömine ve sobayla ısıtılmaya çalışılan ama çok ısınmayan kapalı bir alanı var. Biraz şömineden dolayı duman kokusu da oluyor. Hele yağmur varsa elbette yolu çamurlu oluyor. Yine de mutlaka gidilesi, görülesi bir yer.

Bu kış, yine Şubat ayı gelince bizde bir kıpırdanmalar başladı. Ama malum, bu defa Arda var, nasıl yapmak lazım derken bu sefer de annemi göttürmeye karar verdik. Hem onun için bir değişiklik olur hem de Arda' ya bakar, biz de rahat ederiz diye :) Dolayısıyla bu aslında bizim bebekle ilk tatilimiz sayılırdı.




Önce yine Evce' de kahvaltı ile başladık. Ancak bu sefer havanın kötü olmasından dolayı yolların çamurlu olması bir kenara, neredeyse hiç yol yoktu. Yağmur çamur, zaten bozuk olan yolu iyice kötü duruma getirmişti. Bunun dışında bir de hava soğuk olduğu için Arda' yı üşüteceğiz diye endişelendik. Sobanın yanına oturduk ve biraz dumana maruz kaldık. Ama iyi tarafından bakarsak da ekmeklerimizi sobanın üzerinde kızartabildik :) Her şeye rağmen güzel bir kahvaltıydı.











Otel her gittiğimizde sanki biraz daha kalabalık oluyor. Yine de insan İstanbul' un gürültüsünden uzak, ormanın arasında, sessiz, huzurlu bir gün geçirince tazeleniveriyor hemen. Tabi bizim için annemin de bizimle gelmiş olması harikaydı. Gece de, herhalde oksijen çarptı veya ortam fazla sessiz geldi bilmiyorum, Arda da ben de mışıl mışıl uyuduk. Sadece bir kez uyandı. Şimdi nerede o günler diyorum, zamanla düzelmesi gerekirken daha kötü oluyor uykusu :( Neyse, bu bambaşka bir yazının konusu zaten.
Şimdi yazarken canım Spa' ya gitmek istedi, hamam, masaj fln.. Ay ne de güzel olurdu yahu :)
 
Bu arada Sapanca' da Vine denilen zımbırtıyı keşfettim. Bu da ilk videolarımdan, gördüğünüz gibi baba oğul mışıl mışıl.. :)
 
 

Çalışmak mı, Evde Olmak mı?

2004 Ağutos' tan beri iş hayatındayım. Neredeyse 10 sene olmuş. Coca-Cola' ya girmeden önce 1.5 ay boştaydım. Yani 9 senede, sadece 1.5 ay çalışmamıştım. Dolayısıyla yaklaşık 5 aylık doğum izni benim için çok büyük bir olaydı.

Çalışmak mı, evde olmak mı diye soracak olursanız, kesinlikle çalışmak. Elbette ev hanımlığına çok çabuk alışılıyor ve onun da kendine ait çok cazip tarafları var. Belki de en güzel seçenek "evden çalışmak" :) Hayır hayır, gerçekten her sabah gideceğiniz bir yerinizin olması, bunun için giyinmeniz, kuşanmanız, hazırlanmanız, ev dışında sorumluluklarınızın olması, aslında güzel bir şey.. Yine de bazen Boran' a 2. çocuğu da yaparsam çalışmam artık, "tam zamanlı anne" olarak evde çocuklarıma bakarım, sen de lütfen ona göre para kazan, diyebiliyorum :)

Peki evde kalmak, izinli olmak, oturmak, yayılmak, dinlenmek demek midir? ASLA!! Hani o küçük görülen "ev hanımlığı" var ya, işte o en zoru arkadaş. Adın üstünde, ev hanımısın. O ev hep temiz olacak, kaldı ki artık evde hijyenle sarıp sarmalanması gereken bir bebik var. Çamaşırlar yıkanacak, ütüler yapılacak, bulaşıklar yıkanacak, alışverişe çıkılacak, yemek yapılacak, e bir de üstüne bebek bakılacak.. Yok canıııımmm.. Şimdi tabi efendim çamaşırları,bulaşıkları makina yıkıyor.. Olabilir.. Ben koyuyorum makinaya, ben çıkarıp asıyorum, ben diziyorum tek tek, ben boşaltıyorum sonra :)
Valla şaka bir yana, annelerimize, hele de ninelerimize büyük saygım ve hayranlığım var. Yahu kadının yaşadığı köyde doğru düzgün su yok, doğurmuş 7-8 tane, ayrıca inekler var, tarla var.. Manyak olacağım düşündükçe.. Tabi 7-8 çocukla "kaliteli zaman" denilen zımbırtı oluyor mu? Pardon o da ne demek?

Aslında evde olmak, ilk başlarda çok sıkıcıydı benim için. Hatta süt izinlerimi toplu almam, 3,5 ayda dönerim işe bile diyordum. Çünkü Arda genelde uyuyordu, çok zahmetli değildi ama çok küçük olduğu için pek dışarı da çıkarmak istemiyordum. Annem de her gün geldiği için ikimiz Arda uyurken oturup televizyondaki saçma sapan programları izliyorduk. Tabi zaman geçtikçe, Arda büyüdükçe işler değişmeye başladı. Gittikçe beni tanıyor, tepki veriyor, benim ona bağlandığım gibi o da bana bağlanıyordu. Bırakıp işe dönmenin zor olacağını hissetmeye başladım. Haftada mutlaka 2-3 kez dışarı çıkıp geziniyorduk. Hafta içi gezmenin ve alışveriş yapmanın ne kadar keyifli bir şey olduğunu gördüm. Yollar boş, otoparklar boş, mağazalar boş, her şey düzgün, yerli yerinde.. Elbette bu güzelliklerden vaz geçmek zor olacaktı :)



Ama bence evde olmanın en kötü yanı aralıksız yemek yeme isteği. Zaten emzirdiğim için sürekli bir açlık içerisindeydim. Annem de sağolsun ne kadar yemek programı varsa hepsini izlediği ve bana da izlettirdiği için, o yemekleri gürdükçe canımız bir şeyler çekiyordu. Sonra mutfağa girip bir şeyler yapıp oturup bir güzel afiyetle yiyorduk. Doğum kilolarından kurtulmak da hayal oluyordu böylece. Şimdi o dönemde paylaştığım fotoğrafları görünce bunu daha da iyi anlıyorum :)





Ondan sonra vay efendim ev hanımları neden 100 kg? Bütün gündüz kuşağını doldurursanız yemek programlarıyla, olacağı bu elbette. En bombası da önce yemek programında 3000 kalorili yemek tariflerini verip, arkasından yayınlanan kadın programında "zayıflama çayı" formülü vermeleri :)







Yalnız güzel yemek yapıyorum, kimse kusura bakmasın. Mutfağa pek girmem ama girdiğimde yaptığım şey de lezzetli olur yani, övünmek gibi olmasın :) İstediğiniz bir tarif varsa verebilirim de hani.. Gördüğünüz gibi 10 parmağımda 10 marifet. Hem yemek yapıyorum, hem dikiş dikiyorum, hem çocuk, hem de kariyer yapıyorum :) Sanırım kendimi yeterince övdüm, eğer benden hala nefret etmiyorsanız devam edebilirim..
İşte böyle.. Eğer çalışma hayatına alışıksanız evde olmak gerçekten zor. Şahsen bence "ev hanımlığı ve annelik" normal işimden daha zor. Keyifli noktaları var ama çoğunlukla kendinden çok fazla vermek demek. Hani meşhur laf var ya "yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, saçımı süpürge ettim" diye.. Heh, işte aynen böyle olduğu için çok yıpratıcı. İçten içe insanın kafasını kurcalayan bir durum, neden bu kadar fedakarlık yapmak zorundayım ki diye. Ama kadın olmak sanırım tam da bu demek. Hele de çalışan anne olmak.. Çünkü siz kadın olarak hem işinizde,hem de evinizde çalışıyorken; hem evin, hem çocuğunuzun, hem de işinizin sorumluluğu üzerinizdeyken aslında eşiniz, erkek olarak sadece konuya bir yerlerinden dahil olabiliyor.

Elbette eşine, evde ve bebekle ilgili her şeyde çok yardımcı olan beylerimiz de var ama maalesef azınlıktalar :) Bu yazıyı okuyan bekar hatunlarımız için dileğimiz o azınlıktaki beylere denk gelmeleridir efendim.
Bitirirken, kahramanımız Arda' nın yaklaşık 4 aylıkken oyun halısını ve oyuncakları keşfetme anıyla sizeleri baş başa bırakıyorum. Sevgiler.