18 Kasım 2014 Salı

Amsterdam notları..

Ben genel olarak Avrupa'ya bayılıyorum.. Tabi öyle heryerini gezip görmüş değilim (en azından şimdilik!) ama özellikle NY seyahati sonrası şunu daha iyi anladım ki ben daha çok Avrupa insanıyım..
Amsterdam ise benim için ayrı bir yerde.. Her şeyden önce Hollanda'da çok yakınım var, bilirsiniz işte, zamanında işçi olarak giden gurbetçi kitleden kalanlar. Dolayısıyla hiç yabancılık hissetmiyorum. Bunun yanı sıra deli divane bir özgürlükler ülkesi, zaten biliyorsunuz uyuşturucu dahil bir çok şey serbest ama gece güvenle sokakta gezebiliyorsunuz, çünkü herkesin kafası 1 milyon olmasına rağmen taşkınlık yok. Hollanda güçlü, sözü geçen bir ülke değil belki Avrupa'da, ama insanlar mutlu, çünkü sosyal adalet var, eşitlik var. Yani en azından benim gördüğüm bir çok noktada bu böyle.. Zaten Unicef tarafından yapılan bir araştırmaya göre en mutlu çocukların Hollanda'da yaşadığı tespit edilmiş. İncelemek isterseniz sebepleriyle birlikte sonuçlar burada.. Ülkenin en zenginleri çiftlik sahipleri, yani köylüler.. Zaten deniz seviyesinin altında bulunan Hollanda çiftçilik ve tarım ülkesi, dolayısıyla her yer yemyeşil, muhteşem güzellikte, daha ne olsun!

Bu Amsterdam seyahatini biz çok önceden planlamıştık aslında, çünkü Ağustos ayında Fatoş, Kuzey bebeği doğuracaktı, ayrıca Ekim'de Ebru evleniyordu. Bahanemiz olsun düğüne gidelim, hem de Kuzey'le tanışırız dedik ilk olarak. Sonra 29 Ekim tatilini değerlendirip düğünden 1 hafta sonra gidelim dedik ve biletlerimizi aldık. Bu arada Amerika'ya gidip geldik, Fatoş hamile olarak İstanbul'a geldi gitti, sonra aceleci Kuzey beklenenden 2 ay erken dünyaya gözlerini açtı derken bir sürü şey oldu ama bizim Amsterdam seyahati bir türlü gelmiyordu. Sabırsız bir şekilde bekliyordum bu tatil için, ne kadar önceden plan yaparsanız, beklemek o kadar zor geliyor :)

24 Ekim Cuma akşamı vardık Amsterdam'a. Fatoş bizi Kuzey'le birlikte almaya gelmişti hava alanına. O an tanıştık bu yakışıklıyla ve aşık olduk güzelliğine.. Tabi biz 4 aylık diye bekliyoruz, ama aslında 2 aylık bir bebekti Kuzey ve mini minicikti.. Öyle tatlı ki.. Ama itiraf etmeliyim böyle yeni bebeklerle vakit geçirmek çok tehlikeli, insan özlüyor o minik halleri ve tekrar çocuk yapası geliyor, yalan yok :)

Cumartesi soluğu Zaanse-Schans' da aldık. Ben daha önce yalnız gittiğimde gezmiştim bu bölgeyi ve bayılmıştım. Bu sefer amaç Boran'ı gezdirmekti. Boran ilk olarak "benim ilgimi çekmiyor ki, ne gerek var" dese de, görünce çok sevdi. Zaten burası Hollanda'nın en turistik yeri sanırım, meşhur yel değirmenleri ve yemyeşil alanıyla harika bir bölge. Şansımıza hava da Hollanda standartlarına göre çok iyiydi. Ayrıca burada o isim yapmış Hollanda peynirlerinin (Gouda) nasıl yapıldığını gösteren bir müze ve almak isterseniz her çeşit peyniri, bal ve hardal sosları gibi Hollanda'ya özgü ürünleri bulabileceğiz bir mağaza var. Tam o alanda bir de çikolata fabrikası var ve ortam buram buram çikolata kokuyor. Tek kelimeyle şahane..




























Akşam üzeri Deventer tarafına gittik. Burada annemin teyzesi ve kuzenleri yaşıyor. Deventer'de ev ziyareti dışında hiç gezinmedim ama bildiğim kadarıyla Türklerin çoğunlukla bulunduğu, daha çok kasaba tarzında küçük bir alan. Amsterdam'dan arabayla 1 saat mesafede. Bizi inanılmaz güzel ağırladılar, hatta öyle ki bir ara Boran yemekten patlama noktasına geldi :) Çok tatlı, çok başka insanlar, anlatamadığım bir enerji vardı orada.. Sanki biraz büyük İtalyan aileleri gibi, gürültülü, sıcacık, herkes bir arada, inanılmaz bir samimiyet ve sevecenlik :)

Amsterdam'a döndükten sonra bu yediklerimizi artık eritmeliyiz diyerek merkeze indik. Ne de olsa bir Cumartesi akşamımız var, evde oturmak olmazdı :) Blinq isimli bir kulübe götürdü Fatoş bizi. Aslında gündüz restaurant, gece kulübe dönüyormuş. Güzel müzik eşliğinde özgürce dans eden insanlar vardı, bizdeki gibi kendini kasmak yok, ne de olsa herkesin kafası güzel :) Ama yalan yok, ben etrafı gözlemlemekten öyle kendimi salarak dans edemedim :) Zaten doğru düzgün içki bile içmemişim, nasıl edeyim? Dikkatimi en çok çeken şey şu, kızlar dans ederken erkekler gayet kibar ama özgüvenli bir şekilde yaklaşıyor, kimse kimseyi taciz etmiyor, kızlar reddecekse bile mutlaka gülümseyerek konuşuyor, herkes öyle rahat ki..

Burak ve Boran bizden ayrılıp "erkek erkeğe" takılmaya gittiler :) Ne de olsa Özgürlükler Ülkesi'ndeyiz, herkes özgür :) Kulüp çıkışında sarhoş olmamamıza rağmen, bir sarhoş geleneği olan tantuni ya da kokoreç yemeyi Amsterdam'da "patat" yani bildiğiniz kızarmış patates yiyerek gerçekleştirdik. Sokakta elimizde patatlarımızla insanları izleyip dedikodu yaptık Fatoş'la. Birbirimizi ve böyle sohbet etmeyi çok özlemişiz, orası kesin..















Pazar günü Amsterdam'ın merkezine indik yine. Meşhur Amsterdam kanallarının üzerinden geçip güzel sokaklarını dolaşarak Bloemenmarkt (Çiçek Pazarı) nı ve Dam Meydanı' nı gezdik. Elbette lale soğanı aldık :) Burger Bar isimli bir yerde harika bir burger yedik, yolunuz düşerse uğrayın derim. Daha sonra Burak iş için bizden ayrıldı. Boran da daha gitmeden görmeyi planladığı Nathan Sawaya adlı bir sanatçının Lego ile yaptığı eserlerinin sergisi The Art of the Brick için Amsterdam Expo'nun yolunu tuttu. Biz Fatoş ve Kuzey'le Amsterdam'ın belki de tek department store u de Bijenkorf'un cafesinde kahvemizi içtik, biraz gezindik.







































Pazar akşamı için Amersfoort'da yaşayan başka bir kuzenim Funda'ya sözümüz vardı. Centraal Station'da Boran'la buluşup trenle yarım saat mesafedeki Amersfort'a ulaştık. Daha önce gittiğimde Funda ile İbo yeni evlilerdi, başka bir evde kalıyorlardı. Benden sonra Mert'e hamile kalmıştı Funda, evlerini taşıdılar, son olarak da geçen sene 2. kez anne oldu ve dünya tatlısı Naz'la tanıştık. Zaman nasıl da geçiyor, nasıl değişiyor herşey..

Amersfort Amsterdam'a göre daha küçük bir şehir, hele de yeni evlerinin bulunduğu yer bayağı bir sessiz. Funda da İbo da kalabalık yerlerde büyüdükleri için şehri özlüyorlarmış aslında ama çocuklar için burayı tercih etmişler. Boran'la benim durumumdan pek farkı yok yani :) Mert İbo'nun, Naz da Funda'nın kopyası, ama tamamen, yani ikiz gibi, biraz ürkütücü derecede bir benzerlik ama muhteşem tabi, hele de Funda'nın bebeklik fotoğraflarına bakarken Mert'in annesini kardeşi sanması süperdi :) Funda bize yemek yapmıştı, Mert bizim Türkçe sorularımıza Flemenkçe cevaplar verdi ama bir şekilde anlaştık, çok cana yakın bir çocuk zaten, çok tatlıydı, Boran'la aramızda otururken uyuyakaldı :) Harika ağırladılar bizi sağolsunlar, o sırada Arda'yı da getirebilirdik dedim kendi kendime, birlikte oynarlardı, zaten akraba, eş dost gezmesi yapıyoruz, bize bir engeli olmazdı yani.. Ama sonra ertesi güne planladığımız Belçika'yı düşündüm ve o zaman kime bırakacaktık diye sorguladım kendimi..


Belçika ayrı bir yazı konusu elbette.. :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder